Sayfalar

27 Kasım 2012

Dinozorlar, Arılar ve Benim Büyük Hayal Kırıklığım


     Şu aralar elimi hangi filme atsam hüsrana uğruyorum. Yönetmenine, oyuncularına ve aldığı eleştirilere bakıp büyük umutlarla izlemeye başladığım son üç film de vasattan öteye geçemedi. O yüzden vakit ayırıp hepsi için ayrı birer yazı yazmaktansa kısa kısa değinmeye karar verdim. Bahsedeceğim filmler bazıları için kült, başyapıt ya da en azından etkileyici bir eser statüsünde olabilir ancak burada kendi naçizane öznel düşüncelerimi paylaştığımı tekrar hatırlatmak isterim. 

The Tree of Life / Hayat Ağacı
Thin Red Line (İnce Kırmızı Çizgi, 1998) ve The New World (Yeni Dünya, 2005) gibi prestijli filmlerin yönetmeni Terrence Malick nasıl bir ego seviyesine ulaştıysa "ben artık aştım bitirdim, filmin orta yerinde hikayeyi kesip Big Bang'i anlatabilir ve hatta dinozorları falan gösterebilirim, millet de bunu alkışlar" diye düşünmüş olmalı. Filmde sadece, bir ailenin oğullarını kaybettikten sonraki yas halleri ve müthiş (!) bir freudyen yaklaşımla geçmişteki baba-oğul ilişkisi anlatılmış olsaydı, belki vasat ama derli toplu bir film ortaya çıkabilirdi. Varoluş, Tanrı, insan, doğa, yaşam, ölüm vs. gibi üzerinde düşünülmesi gereken bir sürü felsefi şeyi sorgulamak için taa evrenin yaradılışına gitmeye, hadi gittik diyelim filmin koca bir yarım saatini bu yaradılışa ayırmaya gerek var mıydı bilemiyorum. Filmin görselliği, estetiği, çekimleri çok güzeldi tamam, Malick bu işi iyi biliyor. Bu yüzden de yönetmenin sırf "bakın ne kadar estetik kareler yakalıyorum" demek için filmi bu kadar uzatıp, belgeselvari görüntüler eklediğini düşünüyorum. The Tree of Life'ı şaheser olarak nitelendirenler olabilir ama benim için gereksiz uzun ve sıkıcı bir film olmaktan öteye gidemedi. Filmde alkışlayacağım tek iyi şey Brad Pitt'in müthiş oyunculuğu. 

Stone / Şantaj
Yaratıcı bir girişim sonucu olarak Türkçe'ye Şantaj olarak çevrilen Stone, başrollerdeki Robert De Niro ve Edward Norton sayesinde ilgimi çekti. İkisi de sevdiğim oyuncular ve  daha önce birlikte rol aldıkları 2001 tarihli sıradan film The Score'da ikisini karşılıklı izlemek güzeldi. Stone konusuyla ve ilgi çekici açılış sahnesiyle başta sürükleyici bir psikolojik gerilim vaad etse de sonunu getirememiş. Şartlı tahliye memuru Jack ve onu ikna etmek için uğraşan mahkum "Stone" arasındaki diyaloglar iki usta oyuncunun varlığı olmasa çekilir gibi değil. Fettan kadın kontenjanında Milla Jovovich de gayet yerinde bir seçim olmuş. Ancak filmin tamamına hakim bir kararsızlık ve anlamsızlık var gibi. Dolayısıyla bir sürü şey havada kalıyor. Filmi boyunca sürekli olarak fonda dinletilen Hristiyanlıkla ilgili vaazlar da son derece can sıkıcı. Arı vızıltısına hiç değinmiyorum...

Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Rahmetli yönetmen Seyfi Teoman'ın bu filminden keyif almamamın en önemli sebebinin cinsiyetimden kaynaklandığını düşünüyorum. Çocukluğundan beri çok yakın arkadaş olan ve aynı evi paylaşan iki erkek kahraman var merkezde. Bir başka arkadaşlarının kız kardeşinin yanlarına taşınmasıyla kendi halinde giden hayatları değişiyor ve ikisi de aynı kıza aşık oluyorlar. Hikayenin bu noktadan sonra yakın dostların düşman olması ve birbirine karşı türlü oyunlar çevirmesi gibi klişe bir yöne kaymaması takdire şayan elbette. Aksine samimi ve bizden bir öykü söz konusu. Ama yine de aynı kıza aşık oldukları için sevinen ve aralarında kendilerine has bir yakınlık olan bu iki kafadara bir türlü ısınamadım ve empati kuramadım. Dediğim gibi belki de bunun nedeni erkeklerin "kanka"lık durumunu tam anlamıyla bilemediğimdendir. Kısacası ben bu filmi sevmedim kimse kusura bakmasın.

9 Kasım 2012

Boardwalk Empire


      Bu blogda sadece ve sadece sinema yazıları yazmakla birlikte bu ve şu yazılarımda istisna yaparak dizi önerilerinde bulunmuştum. Bugünkü post da üçüncüsü olsun ve artık istisna olmaktan çıksın istiyorum. Sizler için de sakıncası yoksa buyrun şahane dizi Boardwalk Empire'a. 
      Şu an üçüncü sezonu yayınlanmakta olan Boardwalk Empire, yabancı dizi takipçilerinin  izlemiyor olsa da ismini mutlaka duymuş olduğu bir dizidir sanıyorum. Gangster filmlerinin iflah olmaz bir hayranı olan bendeniz için ise kaçırılmaz bir seyirlik oldu elbette. Mean Streets, Goodfellas ve Casino gibi başarılı suç filmlerinin yönetmeni  Martin Scorsese'nin dizinin yapımcıları arasında olması dizi daha başlamadan iyi bir referans  olmuştu zaten. Dizinin yazarı Terence Winter'ın bir başka gangster dizisi The Sopranos'da da imzası olduğunu eklersem herhalde başka söze gerek kalmayacaktır. 
     Boardwalk Empire 1920'li yıllarda geçiyor ve konusu basitçe "Amerika'daki içki yasağıyla birlikte güçlenen gangsterlerin dünyası" şeklinde özetlenebilir. Karakterlerin çoğu kurgusal değil, Nucky Thompson, Al Capone ve Lucky Luciano gibi gerçek suç kralları yer alıyor. Her bölümü sinema filmi kalitesinde ve kostümlerden mekanlara kadar her şeyin bir dönem dizisine yakışır şekilde özenle hazırlandığı bir yapımdan bahsediyorum. Başroldeki isimler ise ayrı bir övgü konusu; liste Steve Buscemi, Kelly Macdonald, Michael Pitt, Michael Stuhlbarg gibi iyi oyuncularla uzuyor. Kısacası bu dizide bulacaklarınız güç ve para peşindeki adamların birbiriyle savaşması ve birbirini öldürmesinden çok daha fazlası. İzleyin!

5 Kasım 2012

Skyfall


Majestelerinin emrindeki süper ajan 007 James Bond 23. kez huzurlarımızda. Skyfall aynı zamanda James Bond’un 50. yılını kutladığı film olma özelliğini de taşıyor. Biz Türkler için bir başka öne çıkan özelliği ise bazı sahnelerin Türkiye’de çekilmiş olması. Bu konuya daha sonra geleceğiz ama önce övgü kısmına geçelim. James Bond serisi Skyfall dahil son üç filmdir, yani Daniel Craig’le birlikte, hikaye yönünden daha sağlam filmlerle karşımıza çıkmakta. Yenilmez, karizmatik ve her daim cool ajanımız James Bond’un insani yönleriyle sunulmasının seriye daha gerçekçi bir tat verdiği tartışılmaz. Örneğin Casino Royal’de (2006) ilk defa aşık olan ve hatta evlilik planları yapan bir Bond vardı. Aynı Bond 2008’de gelen Quantum of Solace’de de ölen aşkının intikamı peşindeydi. Skyfall ise çıtayı bu iki filmin de üzerine taşıyarak oldukça keyifli bir seyirlik ortaya koymuş. Dokunulmaz MI6’in bombalanabildiği, Bond’un patronu M’in kararlarının sorgulandığı, 007’nin çaptan düştüğü bir Bond filmi var karşımızda. Tüm bunların ardında yönetmen Sam Mendes’in payı büyük elbette.
Dünyayı ele geçirmek isteyen ölümüne kötü bir adam, akla zarar aksiyon sahneleri ve uçuk teknolojik oyuncaklar (hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama bir tanesinde görünmez olan araba vardı mesela) yok Skyfall’da. Aksine film boyunca sürekli vurgulandığı üzere “eski usule” bir dönüş var. Diyaloglardan bazı sahnelerdeki öldürücü aletlere kadar "old fashioned" havası her yerde. Özellikle Bond’un klasik Aston Martin kullandığı sahne serinin takipçilerini sanıyorum zevkten dört köşe etmiştir. Aksiyon sahneleri, hele hele Şangay’da bir gökdelende geçen dövüş sahnesi oldukça keyifliydi. Türkiye’de Kapalıçarşı’da çekilen sahneler ise –filmle ilgili okuyacağınız diğer yorumlarda da göreceğiniz üzere- hayalkırıklığından başka bir şey olmadı. 


Daniel Craig’in James Bond’u canlandıracağı ilk duyurulduğunda serinin takipçileri muhalefet etmişti hatırlarsanız. Ancak bana göre son üç filmdir soğuk, sert ve karizmatik tarzıyla rolünün üstesinden geliyor. Hatta iki film daha kendisini majestelerinin emrinde izleyebileceğiz. Filmin kötüsü, eski MI6 ajanı Silva rolünde Javier Bardem ise her zamanki gibi formundaydı. Yalnızca, kötü adam rollerini canlandırırken saçlarını tuhaf modellere artık sokmasa iyi olur diye düşünüyorum (bkz. No Country for Old Men). Bond kızları Eve ve Severine rolündeki hanımlar ise filme sadece hoşluk ve boşluk katmaktan başka bir işe yaramadan kendilerine ayrılan süreyi değerlendirmişler. Filmin açılış jeneriği ise Adele’in Skyfall isimli filme özel şarkısıyla şahaneydi, çok sevdim.
Skyfall’un James Bond filmleri arasında en iyiler arasında yer alacağı kesin. Batman serisi Christopher Nolan dokunuşuyla nasıl daha sahici ve başarılı hale geldiyse, James Bond için de aynı girişimlerin başladığını söylemek mümkün. Umarım 24. ve 25. filmlerde de bu ivme devam eder.   

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...