Sayfalar

21 Ocak 2013

Lawless


    1920'li yıllarda Amerika'daki içki yasağı ve o dönemin gangsterlerinin suç öyküleri Hollywood için her zaman cazip bir kaynak oldu. İtiraf edeyim ben de jilet gibi takım elbiselerinin içindeki janti gangsterlerin başrolde olduğu filmleri fazlasıyla severim. Gerçek bir öyküden esinlenildiği ibaresiyle açılan Lawless'a ise gangster filmi demek pek doğru olmaz (iyi film diyeni ise vurmak lazım). Kaçak içki üreten üç kardeşin kendilerinden haraç toplamaya çalışan sözde kanun adamıyla mücadelesini anlatan film Matt Bondurant'ın The Wettest County in the World isimli kitabından uyarlanmış. 
    Filmin iyi adamları olan Bondurant kardeşler en tehlikeli ve ölümcül durumların bile üstesinden gelip hayatta kalmalarıyla meşhur. Kötü adamlara pabuç bırakmayacak kadar da yürekliler. Kardeşlerin en küçüğü ve aynı zamanda en eziği olan Jack ise, "ben saksı değilim" tarzı bir çaba içinde kendisini abilerine ispatlamaya çalışıyor. Psikopatlık derecesindeki kötü adamın katkılarıyla işler sarpa sarıyor ve olaylar gelişiyor. Ancak gelin görün ki, oldukça yüzeysel olarak bahsettiğim bu hikaye son derece orijinal ve sürükleyici bir şekilde anlatılabilecekken, üstelik de senaryo Nick Cave gibi hem müzisyenliği hem de daha önceki senaryosu (bkz. The Proposition) gayet başarılı birinden çıkmışken, film vasatın ötesine geçememiş. Boşluklarla dolu bir olay örgüsü, derinlikten yoksun karakterler ve elde var hayalkırıklığı. Türün klişeleri tamamen yerli yerinde ama yine de tahmin edilebilir bir hikaye olduğunu söyleyemem çünkü bu finalin bu kadar kötü olabileceğini sanıyorum kimse tahmin etmemiştir. 
      Filmi vasatlaştıran unsurlar arasında Jack rolündeki Shia LeBeouf'un katkısından da bahsetmemek olmaz. Karizma mı, yıldız ışığı mı adı her neyse, işte bu adamda ondan yok. Konu yakışıklılık ya da güzellikle de ilgili değil, başka bir şeyler eksik. Gerçi zayıf halka Jack için biçilmiş kaftan olduğu ortada. Rol yapmasına gerek bile kalmamış sanki. İri kıyım, ağır abi Forrest Bondurant'ı canlandıran Tom Hardy ise filmdeki az sayıda iyi şeylerden biriydi. Her suç filminin olmazsa olmazı "seksi şuh kadın" rolünde Jessica Chastain bekleneni vermiş. Abartılı hareketleri ve kaşsız suratıyla filmin kötü adamı Guy Pearce psikopatlıkta çığır açmış denebilir. Vee muhteşem insan, karizmanın öteki adı Gary Oldman. Rolü o kadar az ki bu bile filmi yerden yere vurmam için tek başına yeterli. Ama göründüğü kısa sahnelerde resmen büyülüyor. 


     Neyse lafı fazla uzatmayalım. Hani fragmanı kendisinden güzel filmler vardır, oyuncu kadrosu da süperdir. Hele hele Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye için yarışmış bir filmse beklentileriniz tavan yapar. Ama sonuç kocaman bir hüsrandır. İşte Lawless aynen böyle bir film olmuş. Asla izlemeyin diyemem, ama önerim beklentilerinizi yüksek tutmamanız. 

16 Ocak 2013

The Hobbit: An Unexpected Journey

  
  Orta Dünya'yı özlemişim. Gandalf'ı, Frodo'yu, Elfler'i, Ayrıkvadi'yi, Gollum'u ve hatta leş görünümlü Orkları. Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin bitmesinin üzerinden 10 yıl geçti ve bu kadar uzun bir süre sonra serinin benim gibi hayranları için tanıdık diyarlarda, eski ve yeni kahramanların maceralarını izlemek çok büyük bir keyif. Tolkien'in Hobbit'ini okumadım, dolayısıyla filmin bir uyarlama olarak başarılı olup olmadığını tartışacak değilim. Keza Hobbit'i Yüzüklerin Efendisi ile kıyaslamak gibi bir niyetim de yok. Neticede birisi tamamlanmış efsanevi bir üçleme, Hobbit ise yeni başlamış bir serinin ilk basamağı. O halde başlayalım Hobbit'ten bahsetmeye. 
     Film, Yüzük Kardeşliği'yle paralel şekilde aynı yerde ve zamanda, Bilbo Baggins'in doğum günü partisi hazırlıkları sırasında başlıyor. Ancak asıl hikaye LOTR'in 60 yıl öncesinde geçiyor. Frodo'nun Orta Dünya'yı kurtarma misyonunun çok ötesinde bir motivasyonla, macera ve keşfetme arzusuyla pek sevgili Shire'ından ayrılan Bilbo, büyücü Gandalf'la birlikte 13 cücelere eski vatanlarını ejderha Smaug'tan kurtarmak için yardım etmeye çalışıyor. Gerisi bol bol macera ve heyecan elbette. Tabi ki bu beklenmedik yolculuğu keyifli bir seyirliğe dönüştüren sadece aksiyon dozu değil. Çekimlerin gerçekleştirildiği Yeni Zelanda'nın müthiş doğası, bilgisayar efektlerinin geldiği son nokta itibariyle nefesleri kesen görkemli Erebor, yeraltındaki Goblin Krallığı ve taştan devlerin savaşı gerçekten de büyüleyiciydi. Sadece kuyruğunu ve gözlerini görebildiğimiz ejderha Smaug'un tamamı için ise sabırsızlanıyorum.
      Filmin ana kahramanlarının boylu poslu insanlar ya da (adeta) ari ırk Elfler olmaması kimileri için (bkz. Ömür Gedik vb.) bir kusur olarak görülse de Gandalf yanlarında kazulet gibi dikilmediği sürece cüceleri izliyormuşum gibi gelmedi bana. Zaten karizmatik erkek kontenjanını doldurması için bir adet cüce kralımız Thorin vardı. Kendisi yakın zamanda bir Legolas vakasına dönüşebilir zira Richard Armitage'in gerçek hayattaki sakallı hali bana ilk bakışta Sparta kralını anımsattı (bkz). Bilbo Baggins rolündeki Martin Freeman ise The Hitchhiker's Guide to the Galaxy (Otostopçunun Galaksi Rehberi, 2005)'de olduğu gibi sersem sepelek rollere çok yakışıyor.   


    Gelelim eski dostlara.. Gandalf canımız ciğerimiz, hani insan keşke tanısa da başı her sıkıştığında koşsa istiyor. Ian McKellen bu rol için yaratılmış sanki. Aynı şekilde Cate Blanchett de üzerine nur inmiş gibi duran halleriyle Lady Galadriel'de çok karizmatik.  Teknoloji sağ olsun yüzünün her mimiğini görebildiğimiz Gollum ise hala zavallı ama bir o kadar ürkütücü. Kısa bir süreliğine Frodo'yu görmek de çok hoş bir sürprizdi. 
    Efektler süper dememe tekrar gerek var mı bilmiyorum. Aynı şey kostümler ve makyaj için de geçerli. Özellikle cücelerin makyaj ve saç tasarımları okullarda ders olarak okutulabilir, son derece gerçekçi duruyorlardı. 
    Hobbit'in Yüzüklerin Efendisi gibi efsanevi bir konuma gelip gelmeyeceğini görmek için üçlemenin tamamlanmasını, yani 2014'ü beklememiz gerekecek. Şu noktada benim açımdan söylenecek şey Hobbit'in Orta Dünya hasretimizi giderecek, eli yüzü düzgün, keyifli bir fantastik macera filmi olduğudur. Ama kesinlikle iki boyutlu ve orjinal dilde izleyin. 

14 Ocak 2013

Altın Küre'nin Sahipleri


    Adayları birkaç gün önce açıklanan Oscar'ların öncülü 70. Altın Küre Ödülleri sahiplerini buldu. En iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini Argo filmi ile Ben Affleck'in kazanması kategorilerdeki diğer adaylar düşünüldüğünde bence büyük sürpriz oldu. 7 dalda adaylığı bulunan Lincoln sadece tek ödül alabildi. Haneke'nin ödül avcısı haline gelen Amour'unun yabancı dilde en iyi film ödülünü kazanması ise kimseyi şaşırtmamış olsa gerek. Diğer kazananlar ise şu şekilde;


En iyi film (Drama): Argo
En iyi yönetmen: Ben Afflect (Argo)
En iyi kadın oyuncu: Jessica Chastain (Zero Dark Thirty)
En iyi erkek oyuncu: Daniel Day-Lewis (Lincoln)
En iyi yardımcı kadın oyuncu: Anne Hathaway (Les Miserables)
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Christoph Waltz (Django Unchained)
En iyi animasyon: Brave
En iyi senaryo: Quentin Tarantino (Django Unchained)
En iyi şarkı: Adele (Skyfall)
Yabancı dilde en iyi film: Amour (Michael Haneke)

En iyi film (Müzikal veya Komedi): Les Miserables
En iyi kadın oyuncu 
(Müzikal veya Komedi): Jennifer Lawrence (Silver Linings Playbook)
En iyi erkek oyuncu (Müzikal veya Komedi): Hugh Jackman (Les Miserables)

En iyi drama dizisi: Homeland
En iyi kadın oyuncu: Claine Danes (Homeland)
En iyi erkek oyuncu: Damien Lewis (Homeland)
En iyi komedi veya müzikal dizisi: Girls
Komedi veya müzikal dizisi, en iyi kadın oyuncu: Lena Dunham (Girls)
Komedi veya müzikal dizisi, en iyi aktör: Don Cheadle (House of Lies)
En iyi minidizi veya film: Game Change
Minidizi veya film en iyi kadın oyuncu: Julianne Moore (Game Change)
Minidizi veya film en iyi erkek oyuncu: Kevin Costner (Hatfields & McCoys)
Minidizi veya film en iyi yardımcı kadın oyuncu: Maggie Smith (Downton Abbey)
Minidizi veya film en iyi yardımcı erkek oyuncu: Ed Harris (Game Change)

11 Ocak 2013

Anna Karenina


      Tolstoy'un trajik, yalnız, özgür ve cesur karakteri Anna Karenina sinemadaki macerasına Joe Wright ile devam ediyor. Son dönemin yetenekli yönetmenlerinden Wright'ın Pride and Prejudice (Aşk ve Gurur, 2005) ve Atonement (Kefaret, 2007) gibi roman uyarlamalarının altından başarıyla kalktığı düşünüldüğünde Anna Karenina gibi bir başyapıt için doğru isim olduğu kesin. Anna Karenina'yı bir yasak aşk hikayesi şeklinde basitleştirenlerin aksine biçim ve içerik bakımından oldukça farklı bir uyarlama ortaya koymuş ve bence çok da güzel olmuş. 
    Önce gelelim biçim kısmına. Bir tiyatro oyununu izler gibi, daha doğrusu tiyatroda sahnelenen Anna Karenina'yı izler gibiyiz. Arka planda değişen, birbiriyle iç içe geçen dekorlar ve teatral oyunculuklar başta izleyiciyi yabancılaştırsa da doğal mekanların işin içine girmesi hoş bir denge yaratıyor. Bu pek alışılmadık sinema-tiyatro birlikteliğinin sadece hoşluk olsun diye düşünülmediği kesin elbette. Anna'nın çevresindeki bütün o sosyetik, soylu, zengin sınıfın yapay ilişkileri ve sahte ahlak anlayışları tiyatro sahnesinden daha iyi bir simgeleştirmeyle anlatılamazdı herhalde. Anna ve Vronsky'nin doğal mekanlarda yaşanan aşkı finale doğru bu sahte sahne içine hapsedilmişken, romanın diğer çifti Levin ve Kitty'nin ilişkisinde tam tersi bir süreç işliyor. Levin ve Kitty'nin zaman geçtikçe derinleşen dingin aşkı arka planda kalmakla birlikte Anna ve Kont Vronksy'nin tutkulu aşkı karşısında tam bir zıtlık oluşturmuş. Bu tutkulu aşkın ilk kıvılcımlarının çaktığı dans sahnesindeki koreografi ise ayakta alkışlanacak kadar etkileyici. Filmin müthiş kurgusu ve sanat yönetimi için de ayrı birer alkış lütfen. 


      Aynı isme sahip ancak birbirine hiçbir açıdan benzemeyen iki erkek arasında kalan Anna'nın ahlakçı bir tavırla eleştirilip, sonunda "layığını bulan kötü kadın" olarak sunulmaması da filmin artıları arasında yer alıyor bana göre. Anna'nın tek hatası (?) çevresindeki asilzadeler gibi saman altından su yürütmeyip, her şeyi göze alarak aşkının peşinden gitmesi. Oğlunu, saygın bir konumu ve refah dolu hayatını sevdiği adam uğruna bırakıyor ve artık sahip olduğu tek şeyin, yani Vronsky'nin kendisini terk edeceği korkusu ve dışlanmışlığın getirdiği yalnızlık ile baş edemiyor. Filmin en önemli kusuru Anna'nın adım adım dibe vuruşunun altında yatan iç hesaplaşmalar ve gel-gitlerin biraz üstünkörü geçilmesi ve Anna'nın gereksiz tripler yapan bir "Türk kızı" gibi gösterilmesi olmuş. Bu noktada aldatılan koca Karenin'e de değinmek lazım. Biraz duygusuz ve soğuk görünmekle birlikte her şeye rağmen eşini seven ve affetmeye hazır Karenin'in çaresiz halleri yürek burkucuydu. Tabi bunda Jude Law'ın müthiş oyunculuğunun da payı büyük. Jude Law gibi koca aldatılır mı be pehh! Hayır Kont Vronsky rolündeki kaytan bıyıklı Aaron Taylor-Johnson bişeye benzese içim yanmaz. Adam 90'lı, dünkü çocuk resmen! 
   Öhöm neyse, konumuza tekrar dönersek Keira Knightley'i Anna Karenina rolüne yakıştıranlar kadar, aksini savunanlar da var. Daha önce Greta Garbo, Vivien Leigh ve Sophie Marceau gibi dev isimler tarafından canlandırılan bir karaktere tekrar hayat vermek kolay bir iş olmasa gerek. Keira Knightley aşırı mimiklerini törpülemeyi başarmış ve unutulmaz bir performans sergilemese de rolün altından kalkabilmiş.
      Sonuç olarak Anna Karenina bence elbette öncelikle okunması gereken, sadece yasak bir aşk hikayesi değil dönemin Rusya'sı, toplumsal yapısı, sosyal ilişkileri hakkında kallavi bir eser. Bu yüzden yapılacak her uyarlama girişimi illa ki eksik kalacaktır ama pek azı Wright'ın uyarlaması gibi özgün ve güzel olacaktır.

10 Ocak 2013

Oscar Adayları Belli Oldu!


    Sinema dünyasının en prestijli olmasa da en meşhur ödülleri arasında olan Oscar adayları nihayet açıklandı. Favori yönetmenim Michael Haneke 5 kategoride aday olarak 85 yaşındaki Akademi Ödülleri'ne damgasını vuracak gibi gözüküyor. Diğer adaylar ise şu şekilde;


EN İYİ FİLM
Beasts of the Southern Wild
Zero Dark Thirty
Lincoln
Silver Linings Playbook
Les Miserables
Life of Pi
Amour
D’jango Unchained
Argo
EN İYİ YÖNETMEN
Amour - Michael Haneke
Beasts of the Southern Wild - Benh Zeitlin
Life of Pi - Ang Lee
Lincoln - Steven Spielberg
Silver Linings Playbook - David O. Russell
EN İYİ ERKEK OYUNCU
Bradley Cooper - Silver Linings Playbook
Daniel Day-Lewis - Lincoln
Hugh Jackman - Les Misérables
Joaquin Phoenix  - The Master
Denzel Washington - Flight
EN İYİ KADIN OYUNCU
Jessica Chastain - Zero Dark Thirty
Jennifer Lawrence - Silver Linings Playbook
Emmanuelle Riva - Amour
Quvenzhané Wallis - Beasts of the Southern Wild
Naomi Watts - The Impossible
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
Alan Arkin - Argo
Robert De Niro - Silver Linings Playbook
Philip Seymour Hoffman - The Master
Tommy Lee Jones - Lincoln
Christoph Waltz - Django Unchained
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
Amy Adams - The Master
Sally Field - Lincoln
Anne Hathaway - Les Misérables
Helen Hunt - The Sessions
Jacki Weaver - Silver Linings Playbook
EN İYİ UYARLAMA SENARYO
Argo - Chris Terrio
Beasts of the Southern Wild - Lucy Alibar & Benh Zeitlin
Life of Pi - David Magee
Lincoln - Tony Kushner
Silver Linings Playbook - David O. Russell
EN İYİ ORİJİNAL SENARYO
Amour - Michael Haneke
Django Unchained - Quentin Tarantino
Flight - John Gatins
Moonrise Kingdom - Wes Anderson & Roman Coppola
Zero Dark Thirty - Mark Boal
EN İYİ ANİMASYON
Brave - Mark Andrews ve Brenda Chapman
Frankenweenie -  Tim Burton
ParaNorman - Sam Fell ve Chris Butler
The Pirates! Band of Misfits - Peter Lord
Wreck-It Ralph - Rich Moore
EN İYİ YABANCI FİLM 
Amour
No
Warwitch
A Royal Affair
Kon-tiki
EN İYİ MÜZİK
Anna Karenina
Argo
Life of Pi
Lincoln
Skyfall 
EN İYİ ŞARKI
Before My Time (Chasing Ice)
Pie’s Lullaby (Live of Pie)
Suddenly (Les Miserables)
Everybody Needs a Best Friend (Ted)
Skyfall (Skyfall)
EN İYİ SİNEMATOGRAFİ
Anna Karenina
Django Unchained
Life of Pi
Lincoln
Skyfall 
EN İYİ BELGESEL
5 Broken Cameras
The Gatekeepers
How to Survive a Plague
The Invisible War
Sugar Man
EN İYİ KISA BELGESEL
Inocente
Kings Point
Mondays at Racine
Open Heart
Redemption
EN İYİ KURGU
Argo
Life of Pi
Lincoln
Silver Linings Playbook
Zero Dark Thirty 
EN İYİ MAKYAJ
Hitchcock
The Hobbit: An Unexpected Journey
Les Misérables 
EN İYİ YAPIM TASARIMI
Anna Karenina
The Hobbit: An Unexpected Journey
Les Misérables
Life of Pi
Lincoln 
EN İYİ KISA ANİMASYON
Adam and Dog - Minkyu Lee
Fresh Guacamole - PES
Head over Heels - Timothy Reckart ve Fodhla Cronin O’Reilly
Maggie Simpson in “The Longest Daycare” - David Silverman
Paperman - John Kahrs
EN İYİ KISA FİLM
Asad - Bryan Buckley ve Mino Jarjoura
Buzkashi Boys - Sam French ve Ariel Nasr
Curfew - Shawn Christensen
Death of a Shadow - Tom Van Avermaet ve Ellen De Waele
Henry - Yan England
EN İYİ SES KURGUSU
Argo
Django Unchained
Life of Pi
Skyfall
Zero Dark Thirty
EN İYİ SES MİKSİ
Argo
Les Misérables
Life of Pi
Lincoln
Skyfall
EN İYİ GÖRSEL EFEKT
The Hobbit: An Unexpected Journey
Life of Pi
The Avengers
Prometheus
Snow White and the Huntsman

2 Ocak 2013

Life of Pi


2012’nin izlediğim son filmi Life of Pi oldu. İyi ki de öyle olmuş, böylece yılı gerçekten güzel ve kaliteli bir filmle kapattım. Crouching Tiger Hidden Dragon’da (Kaplan ve Ejderha, 2000) bizleri farklı ve masalsı bir dünyaya götüren Ang Lee bu kez de hayallerin ötesinde bir yolculuğa davet ediyor. Kariyeri boyunca değişik türde filmlere imza atmış bir yönetmen olarak Lee’nin filmografisi Brokeback Mountain (Brokeback Dağı, 2005) gibi ödüllü ve sansasyonel filmlerden Hulk (Hulk, 2003) gibi çizgi roman uyarlamalarına kadar türler arası çeşitliliğe sahip. Life of Pi ise daha masalsı ve naif, hatta klişe tabirle içimizdeki çocuğa hitap eder nitelikte. Yann Martel’in 2001 tarihli, aynı adlı romanından uyarlanan film, Pi isimli kahramanımızın kendisini ziyarete gelen bir yazara çocukluğundan itibaren hayatını anlatması üzerine kurulu. Tuhaf isminin hikayesinden başlayarak, hayatının dönüm noktasını oluşturan deniz kazasını ve sonrasını öğreniyoruz yavaş yavaş. Bildiğiniz üzere bu deniz kazasından tek kurtulan Pi oluyor ve kendisini bir filikada bir zebra, bir sırtlan, bir orangutan ve Richard Parker isimli bir kaplanla baş başa buluyor. Filmin büyük kısmını da bu filikada geçirdiği 227 günlük yaşam mücadelesi oluşturuyor.
Pi enteresan bir karakter; zeki, güçlü sezgilere sahip ve meraklı. Çocuk yaşında dinler ve Tanrı’ya merak salması sonucu hem Hindu, hem Hıristiyan hem de Müslüman olduğunu, üniversitede de Kabala dersi verdiğini anlatıyor yazara. Ama film ilerledikçe Pi’ın herhangi bir dine bağlı olmaktan ziyade sadece Tanrı’yı sevdiğini ve de çoğu zaman sorguladığını anlıyoruz. Zaten her dinin (tek Tanrılı dinleri kastediyorum) kendine has farklı ritüelleri, şartları olsa da (namaz, oruç, vaftiz, günah çıkarma vs.) özünde hepsi aynı “yaratıcı”ya inanmıyor mu? Bu noktada filmin hiçbir dinin propagandasını yapmadan sadece Tanrı’ya inanmakla ilgili bir şeyler söylemeye çalışması, ama bunu yaparken de “Tanrı’ya inanın, bakın nasıl mucizeleri var” tarzı bir yola sapmadan izleyiciyi özgür bırakması çok yerinde bir hareket. Filmin sürprizini bozmamak için detaya girmiyorum ama bu hareketin özellikle Pi'ın finale doğru anlattığı alternatif hikaye ile belirginleştiğini söylemekle yetinelim. 


Uçsuz bucaksız okyanusta, artık yeryüzü ile gökyüzünün birleşmiş gibi durduğu bir sonsuzluğun ortasında sadece dalgalarla, açlıkla ya da yalnızlıkla değil bir de kocaman, vahşi bir kaplanla mücadele etmek zorunda Pi. Ancak kimi zaman zekası, kimi zaman da kalbinin iyiliği sayesinde hayatta kalmayı başarıyor. Ancak bir insanla kaplanın mucizevi dostluğu gibi Hollywoodvari bir hikaye bekleyenler koca bir hayalkırıklığına uğrayacaklar onu da belirtmeden geçmeyelim.
Filmle ilgili söylenecek bir başka önemli nokta da kusursuz görselliği elbette. Her bir sahnenin üzerinde özenle çalışıldığı o kadar belli ki. 3D teknolojisine bir türlü ısınamamış olsam da üç boyutun bu filmin bütün görsel güzelliğini kat kat arttıran bir işleve sahip olduğunu kabul etmek gerek. Daha açılış sahnesinden başlayarak renklerin, ışığın, efektlerin, çekim açılarının, kısacası ustaca düşünülmüş mizansenlerin tamamı izleyeni hipnotize edecek kadar etkileyici. Bu yüzden Life of Pi’ın kesinlikle sinemada ve üç boyutlu olarak izlenmesi şart. Kaçırmayın!

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...