Sayfalar

18 Nisan 2013

66. Cannes Film Festivali Programı

   
  En prestijli sinema olaylarından 66. Cannes Film Festivali bu sene 15-25 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek. Jüri başkanlığını Steven Spielberg'in üstlendiği festival programı bugün açıklandı. Açılışı Baz Luhrman'ın son filmi The Great Gatsby ile yapılacak olan festivalin afişi de bence bir harika olmuş. Yarışma bölümündeki filmlere bakılırsa jürinin işi zor olacağa benziyor: 

Yarışma Bölümü 
Valeria Bruni Tedeschi - Un château en Italie
Ethan Coen, Joel Coen - Inside Llewyn Davis
Arnaud Despallieres - Michael Kohlhaas
Arnaud Desplechin - Jimmy P.
Amat Escalante - Heli
Asghar Farhadi - Le Passé
James Gray - The Immigrant
Mahamat-Saleh Haroun - Grisgris
Jia Zhangke - Tian Zhu Ding
Hirokazu Koreeda - Soshite Chichi Ni Naru
Abdellatif Kechiche - La Vie d’Adele
Takashi Miike - Wara No Tate
François Ozon - Jeune et Jolie
Alexander Payne - Nebraska
Roman Polanski - La Vénus À La Fourrure
Steven Soderbergh - Behind the Candelabra
Paulo Sorrentino - La Grande Bellezza
Alex Van Warmerdam - Borgman
Nicholas Winding Refn - Only God Forgives

Un Certain Regard (Belirli Bir Bakış)
Sofia Coppola - The Bling Ring 
Hany Abu-Assad - Omar
Adolfo Alix Jr. - Death March
Ryan Coogler - Fruitvale Station
Claire Denis - Les Salauds
Lav Diaz - Norte, Hangganan Ng Kasaysayan
James Franco - As I Lay Dying
Valeria Golino - Miele    
Alain Guiraudie - L’inconnu du Lac
Flora Lau - Bends
Rithy Panh - L’image Manquante
Diego Quemada-Diez - La Jaula de Oro
Muhammed Rasoulof - Anonymous
Chloé Robichaud - Sarah Préfére la Cource
Rebecca Zlotowski - Grand Central
                          
Özel Gösterimler
Stephen Frears - Muhammed Ali’s Greatest Fight
Roberto Minervini - Stop the Pounding Heart
Roman Polanski - Week End of a Champion
James Toback - Seduced and Abandoned
Taisia Igumentseva - Otdat Konci

Yarışma Dışı Filmler
J. C. Chandor - All is Lost
Guillaume Canet - Blood Ties


16 Nisan 2013

Seven Psychopaths / Yedi Psikopat

     
   Bir ipte iki cambaz oynamaz derler, peki bir filmde yedi psikopat yer alırsa neler olur? Merak edenler için sorunun cevabını yönetmen Martin McDonagh ikinci filmi Seven Psychopaths'te veriyor. İsmi  "Yedi Psikopat" olan bir senaryo yazmaya çalışan Marty'nin elinde başlıktan başka bir fikir yoktur. Yarı çatlak arkadaşı Billy ise suç ortağı Hans ile birlikte köpek kaçırıp, karşılığında konulan ödülü alarak geçinmektedir. Bir gün bu ikili psikopat bir gangsterin köpeğini kaçırınca işler sarpa sarar. Bundan sonrası birbirinden ilginç karakterler, bolca gariplik ve akıl almaz yan öykülerle ilerliyor. Aslında bahsettiğim bu hikaye yapısı bir miktar tanıdık gelebilir. Kendisi dışında gelişen tuhaf olayların ortasında kalan ana kahramanın başka karakterlerle kesişen, kara mizah ve suç karışımı öyküsü daha önce pek çok filmde karşımıza çıktı. Ancak Seven Psychopaths'in başarısı, tanıdık bir izleği klişelerin tuzağına düşmeden, zekice yazılmış diyaloglar ve iyi oyunculuklarla anlatabilmesinde yatıyor. Temponun zirve yapması gereken yerde filmin durağanlaşması, son anda gerçekleşmesi beklenen bir ters köşenin veya absürt tesadüflerin olmaması filmi Holywood'daki türdeşlerinden ayıran en önemli özelliği. Zaten Holywood karşıtlığını filmin süper diyaloglarında da yakalamak mümkün. Bütün bunlar Seven Psychopaths'i uzun zamandır izlediğim en iyi suç filmi yapmaya yetiyor da artıyor. 
      Filmin yedi psikopatına gelirseek... Baş psikopat Billy rolünde Sam Rockwell bence bir harika. Öyle ki Billy gibi kankam olsun istedim bi an. Her ne kadar (ve nedense) underratted bir aktör olsa da Sam Rockwell her zaman benim favorilerim arasında yer almıştır zaten. Colin Farrell ve Küçük Emrah kaşları hakkındaki düşüncelerimi daha önce paylaşmış olmalıyım, iyi bir oyuncu olabilir ama o kaşlar havaya kalktığı an, en dramatik sahnede bile gülme basıyor elimde değil. Christopher Walken yaşayan bir efsane, yorum yapmak bile gereksiz. Filmin hayvan sever psikopatları olarak Tom Waits ve Woody Harrelson'ın yer aldığı sahneler de oldukça keyifliydi. Açılışta Michael Pitt ve Michael Stuhlbarg'ın arasındaki diyalog sahnesi ise bendenizin de aralarında bulunduğu Boardwalk Empire izleyicileri için hoş bir sürpriz olmuş. Oyuncularla ilgili son bir not: filmin afişinde Abbie Cornish ve Olga Kurylenko'nun da psikopatlar arasında gösterilmesine aldanmayın, demezsem çatlarım hiç alakaları yok.  



    Martin McDonagh'ın, In Bruges gibi beğenilen bir filmden sonra yeni çalışmaları merakla beklenen bir yönetmen haline gelmesi kaçınılmazdı. 4 yıl aradan sonra çektiği Seven Psychopats bu açıdan belki de yönetmenin kariyerinde önemli bir kilometre taşı olarak yer alacak. Seven Psychopaths'teki incelikli Holywood eleştirileri düşünülürse kendisinin ana akım tabir edilen kesimden uzak duracağını ileri sürmek ve hatta daha da ileri gidersek böyle yapmasını temenni etmek mümkün. Üçüncü filmini merakla bekliyoruz. 

Spoiler: Filmin Vietnamlı psikopatı için gerçek bir karakterden esinlenildiğini biliyor muydunuz? İlham kaynakları için buraya ve buraya.

7 Nisan 2013

Passion / Öldüren Tutku

   
     Verdiği uzun aradan sonra Brian De Palma'nın Passion'ı sinefiller tarafından merak edilen filmler arasındaydı. Carrie, Scarface, Blow Out gibi filmleri çekmiş bir yönetmenden bahsediyoruz sonuçta. Son dönem filmleri eski günlerini fazlasıyla aratsa da De Palma bu, Akasya Durağı'nın film versiyonunu yapsa gidip izleyeceğiz mecbur. Bu yüzden ticari gösteriminden çok önce Filmekimi'nde izlemiştim Passion'ı. Ancak izledikten sonra filmi sevip sevmeme konusunda içine düştüğüm ikilem yüzünden hakkında bir post yazmayı sürekli ertelemiştim. Şimdi ticari gösterimi vesilesiyle karalayalım bişeyler..  
     Passion usta yönetmenin eski kült filmlerinden fazlasıyla izler taşıyor aslında. Bir cinayet etrafında şekillenen entrikalı ve gizemli olay örgüsü, yönetmenin kendine has estetik anlayışı ile birleşince tipik bir De Palma filmi ortaya çıkmış. Amma ve lakin Passion, bir Dressed to Kill ya da Blow Out değil ne yazık ki. Filmi birlikte izlediğim arkadaşımın yakıştırdığı gibi daha çok "plazada çalışan kadınların çekişmesini anlatan bir Türk dizisi" tadında olmuş. Ana karakterler saftirik görünümlü Isabelle ve hayran olduğu patronu Christine. Benzer bir ilişki Isabelle ve kendi sekreteri Dani arasında da var. Fettan Christine bizim saftiriğin projesinin üzerine yatınca Isabelle bir intikam planı hazırlıyor ancak film ilerledikçe bu üç kadın arasındaki entrikanın haddi hesabı kalmıyor. İşin içine bir de cinayet karışınca her şey bir kara filme uygun olmuş denebilir. Ancak ne yazık ki bu kadar entrikanın ortasında ya da cinayet geriliminin ardında hiçbir gizem yok, De Palma'nın sormaya çalıştığı bilmecenin cevabı kabak gibi ortada duruyor ve finalde hiç şaşırmıyorsunuz. Ancak belki de plaza vb. her türlü iş ortamındaki kadın kıskançlığı ve çatışmalarına aşina olmayanlar için sürpriz olmuş olabilir. Bu açıdan filmin ana karakterlerinin kadın olması ve erkeklerin ikinci plandaki piyon konumu son derece yerinde bir tercih olmuş. 


     Olay örgüsü ve karakterlerin klişeliğini bir tarafa bırakırsak Passion bir yandan izlemesi keyifli bir film. Çünkü De Palma'nın sinemasını sevenler ve bilenler için eski tatlar bekliyor. Işıklandırma, renkler, kadraj seçimi, gözetleme fetişi ve tabi ki bölünmüş ekran gibi De Palma'nın alamet-i farikası teknikler filmin en büyük artıları. 
     Yine de tüm bunlar Passion'ı iyi bir film yapmaya yetmiyor. Bir De Palma filminin vaadettiği hiçbir şeyi bulamıyoruz. Gizem yok; çünkü katilin kim olduğu, cinayeti neden işlediği kolayca tahmin edilebilir. Erotizm eh işte; çünkü modern "femme fatale"lar olarak sunulan Isabelle ve Christine arasında olduğuna inanmamız beklenen çekim oldukça zayıf. Gerilim vasat; çünkü merak unsurunun olmadığı yerde izleyiciyi germek pek mümkün değil. Sonuç olarak senaryo açısından vasat ancak teknik bakımdan nostaljik lezzetler taşıyan bir De Palma filmi var ortada. Bu yüzden ben ikilemde kaldım, ya siz ne dersiniz?

4 Nisan 2013

Michael Haneke Belgeseli

     Yaşayan en büyük yönetmenler arasında yer alan Michael Haneke kamera arkasında değil de önünde olursa ne olur? Yves Montmayeur tarafından yönetilen "Michael H. Profession: Director" belgeselinde bu sorunun cevabını öğreneceğiz sanırım. Usta yönetmenin sinemasına odaklanan belgeselin fragmanı yayınlandı. Fragmandaki Amour göndermesinin çok güzel bir fikir olduğunu belirtmeden geçmeyelim.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...