Sayfalar

30 Mayıs 2011

Burton ve Depp'in Yeni Projesi: Dark Shadows

    
        Tim Burton ve Johnny Depp'in yıllardır birlikte harika işlere imza attıkları malumunuz. İkilinin son bombasının ise 60'lı yılların fantastik dizisi Dark Shadows'un sinema uyarlaması olacağını muhtemelen duymayan kalmadı. Bol vampirli, kurt adamlı, zombili, cadılı ve hayaletli bu gotik uyarlama için Burton'dan başkası uygun olur muydu bilmiyorum. Vampir Barnabas Collins'i canlandıracak olan Depp'in rol arkadaşları ise Helene Bonham Carter, Eva Green, Michelle Pfeiffer, Chloe Moretz ve Jackie Earle Haley. Sabırsızlıkla bekliyoruz!

25 Mayıs 2011

Moulin Rouge Soundtrack - El Tango De Roxanne

     Baz Luhrmann'ın yönettiği Moulin Rouge 2001 yılında gösterime girdiğinde Hollywood'un eski görkemli müzikallerine bir dönüş gibiydi ve oldukça da ilgi görmüştü. Ama bu haklı ilginin tek nedeni filmin, sadece Nicole Kidman ve Ewan McGregor gibi popüler oyunculara, göz kamaştırıcı kostüm ve dekorlara, başarılı koreografilere sahip olması değil, günümüz popüler parçalarını 1890'ların Paris'inde geçen bir hikaye için yeniden düzenlemesiydi. Show Must Go On, Like A Virgin, Smells Like Teen Sprit o şarkılardan birkaç tanesi. İşte; The Police şarkısı Roxanne eşliğinde harika bir sahne.


22 Mayıs 2011

Tebrikler Nuri Bilge Ceylan!

    Merakla beklenen 64. Cannes Film Festivali ödülleri her zamanki gibi kapanış töreninde sahiplerini buldu ve Cannes'dan eli boş dönmemeyi adet haline getiren Nuri Bilge Ceylan bu sene de kuralı bozmadı. Büyük Ödül iki yönetmen arasında paylaştırıldı: Bir Zamanlar Anadolu'da ile N. Bilge Ceylan ve Le Gamin au vélo (The Kid With a Bike) ile Jean-Pierre&Luc Dardenne Grand Prix'e layık görüldüler.
    Altın Palmiye ise Tree of Life filmiyle Terrence Malick'in oldu. En iyi Kadın Oyuncu ödülünü Melancholia'daki performansıyla Kirsten Dunst, En İyi Erkek Oyuncu ödülünü de The Artist'in başrol oyuncusu Jean Dujardin aldı. En İyi Yönetmen Ödülü ise Drive filmi ile Nicolas Winding Refn'e gitti. Ne diyelim herkese ama en çok N. Bilge Ceylan'a tebrikler!

18 Mayıs 2011

Cannes'da De Niro'ya Saygı Duruşu

      Hala devam etmekte olan 64. Cannes Film Festivali'nin açılış töreninde jüri başkanı Robert De Niro için hazırlanmış kısa bir film gösterildi. Efsane aktöre bir saygı duruşu olarak nitelendirilebilecek film, De Niro'nun yer aldığı unutulmaz filmlerin bazı sahnelerinden oluşuyor. İzledikten sonra kendisine bir kez daha hayran olmamak elde değil.



13 Mayıs 2011

Beyazperdede Cadı Avı

Kadınlar tarihin başlangıcından beri tehlikeli ve kötücül görüldüler. Ne de olsa Adem’in cennetten kovulmasına neden olan bir kadındı. Sebep ne olursa olsun kadının ikincil bir konuma yerleştirilmesi, çoğu zaman yok sayılması ve hatta tehlikeli görülerek yok edilmesi tarihin tanık olduğu gerçek olaylardır. Kadının zekasını ve cinselliğini bastırmaya çalışan ve bunun din adına olduğunu savunan erkekler tarafından yakılan, taşlanan, acımasızca öldürülen kısacası bir nevi cadı avına uğrayan kadınların gerçek ya da kurmaca hikayelerini sinemada izlemek ise başlı başına sarsıcı bir deneyim. Aklıma gelen ilk örnekleri aşağıda paylaşıyorum. Fırsat bulursanız mutlaka izlemenizi önerdiğim bu filmlerde coğrafya ya da tarih değişse de hala değişmeyen şeyler olduğunu göreceksiniz.


The Messenger: The Story of Joan of Arc (1999) – Yönetmen: Luc Besson

Fransızlar için önemli bir sembol olan Jeanne d’Arc’ın sinema uyarlaması görkemli savaş sahneleri ve yıldız oyuncularıyla epik bir hikaye anlatıyordu. Bilmeyenler için söyleyelim Jeanne d’Arc’ın Yüzyıl Savaşları’nda ülkesi Fransa’yı istilacılara karşı koruduğuna ve Orleans’ta ordunun başına geçip İngilizleri hezimete uğrattığına inanılıyor. Tüm bunları yaparken henüz 17 yaşında olan Jeanne d’Arc erkek kıyafetleri giyiyordu çünkü emrindeki askerler genç bir kızdan emir almayı hoş karşılamıyordu. Savaş sırasındaki etkisi Fransa Kralı’nı bile gölgede bırakınca Jeanne İngilizlere satıldı. İngilizler de genç kızı cadılık ve kafirlik suçlamalarıyla kilise mahkemesinde idama mahkum ettiler. Jeanne d’Arc 30 Mayıs 1431’de Rouen meydanında diri diri yakıldı.





Agora (2009) – Yönetmen: Alejandro Amanabar

 İspanyol yönetmen Amenabar tarafından çekilen bu film de gerçek bir tarihi karakteri, İskenderiyeli Hypatia’nın hayatını konu alıyor. Hypatia felsefe, matematik ve astronomi alanında dersler veren, politika alanında da etkili bir kadın olarak yaşadığı dönemin yegane bilim insanı olarak bilinmektedir. Çeşitli kaynaklarda son derece güzel olduğu belirtilen Hypatia bilimsel çalışmalarının kısıtlanmaması için hiç evlenmemiştir. Ancak söz konusu dönem aynı zamanda Hıristiyanların önce paganlarla sonra da Yahudilerle kanlı çatışmalarına da sahne olmuştur. İskenderiye kütüphanesinin de bu çatışmalar esnasında Hıristiyanlarca yakıldığı tarihin notları arasında. Hypatia’nın da bu yobazlıktan nasibini alması ne yazık ki gecikmemiş. Başrahip tarafından kışkırtılan bir grup, “cadı”lıkla suçlanan Hypatia’yı parçalayarak öldürür.



Rosa Luxemburg (1989) – Yönetmen: Margarethe von Trotta

1871 – 1919 yılları arasında yaşamış olan Rosa Luxemburg, Marksist, gazeteci ve devrimci bir teorisyendir. Kızıl Rosa lakaplı Rosa Luxemburg, Spartakistler olarak bilinen grubun lideri olarak Red Flag isimli bir gazete kurmuş, çeşitli hapis cezalarına rağmen yılmamış, Avrupa’da komünizmin önemli bir sembolü haline gelmiştir. Tutuklandıktan sonra Freikorps birlikleri tarafından ölünceye kadar dövülen Rosa Luxemburg’un cesedi Landwehr kanalına atılmıştır. Kendisinin hayatını anlatan 1989 tarihli filmin Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu dalında ödüllendirildiğini de bir dip not olarak belirtelim.






Vurun Kahpeye (1973) – Yönetmen: Halit Refiğ

Sırada bizden bir örnek var. Halide Edip Adıvar’ın aynı isimli romanından uyarlanan film daha önce 1949’da Ömer Lütfü Akad tarafından ve 1964 yılında da yönetmen Orhan Aksoy tarafından beyazperdeye aktarılmıştı. Ülkenin işgal altında olduğu dönemde geçen filmde İstanbullu yeni mezun, idealist öğretmen Aliye’nin atandığı Anadolu kasabasında yaşadıklarını izliyoruz. Milli mücadeleye katılan Aliye bir yandan da öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmek için uğraşmaktadır. Ancak Hoca Fettah Efendi gibi gericilerin iftiralarına uğrayarak linç edilir.









Sokoote Beine Do Fekr / Silence Between Two Thoughts (2003) – Yönetmen: Babak Payami

23. Uluslararası Film Festivali programından alınan film özetini aynen aktarıyorum: Bir bakireyi idam ederseniz cennete gider, bir suçlu ise cehenneme. Bu cümle, köktenciliğe tüm biçimleriyle ve baştan sona karşı çıkan bu cesur filmin çıkış noktası. Adı belirtilmeyen bir ülkede, küçük bir çöl köyünde, genç cellat, yobaz din adamı Hacı'nın emriyle üç kadını idam etmektedir. İlk ikisi vurulduktan sonra, durması söylenir, çünkü Hacı, genç bakire kızı bu "saf" haliyle idam etmenin onu cennete göndereceği kanısındadır. Bunun yerine cellada kızla evlenmesini, onun bekaretini bozmasını ve ancak bu iş görüldükten sonra onu öldürmesini emreder, böylece kız idamdan sonra cehenneme gidecektir. Celladın inanç krizinin başlangıcıdır bu. Şüpheye kapılmış halde, evine yerleşen mahkûm kıza hiç elini sürmez. Celladın dünyası yavaş yavaş ve kaçınılmaz bir şekilde yıkılmaya başlar. Bu arada, iktidara aç Hacı oralı bir dindar kişi olan Müezzin'i öldürtmek için adamlarını yollayınca, köylüler isyan eder…
İran hükümetinin bu filme el koyduğunu ve yönetmen Babak Payami’nin de film yüzünden kısa bir süre hapis yattığını ekleyelim.


The Stoning of Soraya M. (2009) – Yönetmen: Cyrus Nowrasteh

 İran’ın küçük bir köyünde zina yapmakla suçlanan masum bir kadının, köyün erkekleri tarafından taşlanarak öldürülme olayından esinlenilerek çekilen film, şeriat kanunlarının hüküm sürdüğü bir coğrafyada sıklıkla karşılaşılan bir cezaya “recm”e odaklanıyor. Freidoune Sahebjam’ın 1994 yılında yayınlanan aynı isimdeki romanından uyarlanan filmin oldukça iç burkucu olduğunu söylemek gerekiyor. Filmin çekimleri “sakıncalı” içeriğinden ötürü Ürdün’de gerçekleştirilmiş.   

9 Mayıs 2011

Coming Soon: The Avengers


Hazır laf Marvel’in süper kahramanlarından açılmışken, bu türün sevenlerini heyecanlandıracak başka bir projeden bahsedelim istedim: The Avengers. 2012 mayısında gösterime girmesi beklenen filmde Marvel’in popüler bazı kahramanlarını bir arada kötü adamları tepelerken izleme şansı bulacağız. Kimler yok ki; Iron Man, Thor, Hulk, Captain America (kendisinin hikayesini de yakında beyazperdede izleyeceğiz), Nick Fury, Hawkeye, Black Widow. Oyuncu kadrosu da elbette ki starlarla göz kamaştırıyor: Robert Downey Jr., Chris Hemsworth, Mark Ruffalo, Chris Evans, Samuel L. Jackson, Jeremy Renner, Scarlett Johansson.  



Belki hatırlarsınız, The Avengers’in aslında 1998 tarihli, Uma Thurman, Ralph Fiennes ve Sean Connery’li başka bir versiyonu daha var. Ancak bu film izleyiciler için tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Umudum, yönetmen Joss Whedon’a emanet edilen bu yeni “İntikamcı Birliği”nin eldeki malzemeye rağmen klişe Hollywood aksiyonlarından birine dönüşmemesi.

3 Mayıs 2011

Thor: Fantastik Eğlence

İskandinav mitolojisinin güçlü tanrısı Thor, nihayet beyazperdeye transfer olan çizgi roman kahramanlarının arasındaki yerini aldı. Üstelik de Hollywood blockbusterlarıyle pek ilgisi olmayan ve daha çok Shakespear uyarlamalarıyla bilinen aktör ve yönetmen Kenneth Branagh tarafından filme alındı. Aslında bu, bir süredir sinemadaki çizgi roman kahramanlarına derinlik katma, daha sahici karakterler yaratma trendine uygun düşen bir tercih olarak görülebilir. Zaten Thor’un hikayesi de Shakespear-yen temalar içeriyor. Asgard isimli bir gezegenin kralı hatta “hepimizin babası” Odin’in iki tane oğlu vardır; Thor ve Loki. Odin veliaht olarak Thor’u seçmiştir ancak, kibirli, başına buyruk ve fevri Thor gezegeninin savaşa girmesine neden olunca Odin tarafından tüm güçleri geri alınarak dünyaya sürülür. Filmin bundan sonrası elbette beklendiği gibi heyecan dolu aksiyon sahneleri içeriyor. Hatta zaman zaman gülümsetecek, keyifli anlar ve eh birazcık romantizm de var. Ama filmin asıl derdi olması gereken “kahramanın öğrenme ve büyüme süreci” ne yazık ki olmamışlık hissi uyandırıyor.


Bu öğrenme ve büyüme meselesi Spider Man ya da Iron Man gibi çoğu süper kahraman öykülerinde ortak bir tema aslında. Thor’un onlardan farkı süper güçlerini sonradan edinip, yaşadığı mücadeleler neticesinde bu güçlerle yaşamayı ve sorumluluklarını öğrendiği bir hikayesinin olmaması. Aksine doğuştan sahip olduğu süper güçlerini kaybedip bocalamasına tanık oluyoruz. Başka bir deyişle, Thor’un öğrenmesi gereken kahraman olmak için süper güçlerini nasıl kullanması gerektiği değil, kahraman olmak için yapması gereken fedakarlıkları ve alması gereken sorumlulukları öğrenmesi. İşte filmde aksiyon uğruna geçiştirilmiş gibi duran nokta da burası.


Geçiştirilmiş gibi duran bir başka konu da Thor ve ölümlü dünyalı Jane arasındaki romantik ilişki. İkisinin arasında ne ara cinsel çekimden öte bir duygusal elektriklenme yaşandı pek anlaşılmıyor doğrusu. Yani demek istediğim karşınızdaki Chris Hemsworth gibi yakışıklı bir adam ya da Natalie Portman gibi güzel bir kadın ise fiziksel çekim duymanız son derece normal olabilir; ama iş ayrı kalınca özlemeye geliyorsa “ne yaşadılar da bu kadar bağlandılar” diye insan sormadan edemiyor.


Oyuncu tercihlerine gelirsek, Anthony Hopkins Odin için mükemmel bir seçim olmuş. Kendisinin ustalığına lafımız yok zaten. Chris Hemsworth da Thor için doğmuş gibi. Aksiyon filmlerinde görmeye alışkın olmadığımız Natalie Portman ise Black Swan’daki performansından uzak, gayet iki boyutlu bir karakter sunuyor. Loki rolündeki Tom Hiddleston soğuk ifadesiyle rolüne yakışanlardan. Çizgi romanda gayet sarışın olan Heimdall ise siyahi oyuncu Idris Elba tarafından canlandırılmış ama bence hiç de kötü olmamış.
İhtişamlı bir Asgard görmek, başarılı dövüş koreografileri izlemek ya da her şeyi unutup, sıkılmadan 114 dakika geçirmek istiyorsanız Thor’u izleyin. Ve son bir uyarı; kapanış jeneriği bitene kadar koltuklarınızı terk etmeyin, sürprizi kaçırmayın.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...