Sayfalar

23 Aralık 2011

İntikam; almak ya da almamak!

Hemen herkes hayatının bir döneminde birilerinden intikam almayı istemiştir. O yüzden herkes bilir intikam arzunun insanı nasıl hırslandırdığını ve nasıl yakıcı bir duygu olduğunu. Peki, intikam almayı herkes en az bir kere istemiştir de gerçekten öcünü almayı başaran kaç kişi vardır? Nefret edilen patrondan, aldatan sevgiliden, madik atan dosttan alınacak intikamın detaylı ve ağız sulandıran planları yapılır da, uygulamaya geçmek her zaman mümkün olmaz. Böyle durumlarda sağladığı müthiş katarsisle intikam filmleri imdadımıza yetişiyor neyse ki. Dayanılmaz acılardan geçen film kahramanı ile özdeşleşerek en az kendi öcümüz alınmış gibi tatmin oluyoruz. İntikam almak istediğiniz birileri var ama bir yandan da eyleme geçmeyi gözünüz (?) yemiyorsa buyrun aşağıdaki filmlerden birini izleyin. Kim bilir belki de ilham alırsınız.

Sympathy For Mr.Vengeance / Oldboy / Sympathy For Lady Vengeance


İntikam filmi deyince aklıma hemen Chan-wook Park’ın intikam üçlemesi Sympathy For Mr.Vengeance (2002), Oldboy (2003) ve Sympathy For Lady Vengeance (2005) geliyor. Bu üçlemedeki en bilinen film Oldboy olsa da diğerlerinin de en az onun kadar başarılı olduğunu belirtmek lazım. Ayrıca baştan uyaralım ilk iki filmde sert ve kimi zaman izlemesi zor sahneler mevcut. Ama bence bu üçlemenin en önemli özelliği intikamın kimin hakkı olduğu konusunda seyirciyi ikileme düşürmesi. Öyle ki sonunda hangi karakterin tarafını tutacağınızı, kime hak vereceğinizi şaşırabilirsiniz. Mutlaka izleyin.

 Kill Bill Vol 1&2 (2003, 2004) 


Bir başka klasik örnek de Tarantino’nun adeta intikam güzellemesi yaptığı Kill Bill elbette. Film, acıların kadını Beatrix Kiddo’nun (ya da nam-ı diğer Black Mamba ya da The Bride) düşmanlarını teker teker hakladığı klasik bir olay örgüsüne sahip olsa da, Tarantino’nun animeden westerne kadar metinlerarasılıkta sınır tanımayan yaratıcılığıyla sinema tarihindeki unutulmazlar arasında yer alıyor. Kill Bill Vol.3 içinse maalesef bir hayli beklememiz gerekiyor, zira filmin gösterim tarihi 2014 olarak açıklandı.

The Brave One (2007)


İntikam peşindeki öznelerin ezici üstünlükle erkek olduğu intikam filmleri kategorisinde The Bride’dan sonra ikinci kadın kahramanımız Jodie Foster’ın canlandırdığı Erica Bain. Filmin formülü her zamanki gibi; bir grup sokak serserisi, hacamat edilen bir nişanlı ve eli silahlı bir intikam meleği. Bireysel silahlanmayı destekler nitelikteki propagandası yüzünden eleştirilen bu vasat filmin listede yer almasının tek nedeni ise başta da söylediğim gibi kahramanının kadın olması.

Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007)


 Ölmüş bir eş ve hapiste geçen 15 yıl intikam için fazlasıyla yeterli. Hem de en kanlısından. Sweeney Todd hakkında yazılmış daha detaylı bir yazı için bkz. İntikam SıcakYenen Bir Börektir

Memento (2000)


Öldürülen eşinin katilinin peşinde gözü dönmüş bir başka koca daha. Ancak Leonard Shelby’nin durumu biraz vahim. Kısa süreli hafızası olmadığı için çevresindeki herkes hakkında notlar almak ve hatta önemli şeyleri vücuduna kazımak zorunda. Kendisini bir anda “nerdeyim, ne yapıyorum” modunda bulan birisi için intikam almak bir hayli zor haliyle. Yönetmen Christopher Nolan da sağolsun Leonard’ın halinden daha iyi anlayalım diye filmi sondan başa doğru kurgulamış. Pek de güzel yapmış.  

 The Crow (1994)


Bir çizgi roman uyarlaması olan The Crow aynı zamanda oldukça hüzünlü bir intikam öyküsü. Evlilik arifesindeki mutlu çiftimiz Eric ve Shelly’nin dört serseri tarafından öldürülmesinden tam bir yıl sonra bir karga tarafından diriltilen Eric’in intikam serüveni her ne kadar yüreklere su serpse de yağmurun eksik olmadığı karanlık bir şehirdeki bu öfkeli ve üzgün adamın hali insana dokunuyor. Eric’i canlandıran Brandon Lee’nin çekimler sırasında bir kaza kurşunu ile ölmüş olması da bu etkiyi arttırıyor kuşkusuz.

Mad Max (1979)


Üç filmlik serisiyle 80’li yılların kült filmi Mad Max post-apokaliptik bir bilimkurgu. Tıfıl bir Mel Gibson’ın canlandırdığı polis memuru Max’in karısını öldüren motosiklet çetesiyle giriştiği göze göz, dişe diş mücadeleyi anlatan film yarattığı şahane atmosferi, iyi müzikleri ve 1981 ve 1985 yıllarında gelen devam filmleriyle hala zevkle izlenebilir.  

Death Wish (1974)


70’li yıllardaki aksiyon filmlerinin popüler oyuncularından Charles Branson’ın canlandırdığı Paul Kersey’in kendi halinde bir aile babasıyken, karısının öldürülmesi ve kızının tecavüze uğraması sonrasında bir intikam makinesine dönüşüp sokakları bilimum it uğursuzdan temizlemesi olarak özetlenebilecek konusuyla Death Wish kült filmler arasında yer alıyor. İzlerken kendisine “eline sağlık” demekten başka yapılacak bir şey yok.

Ben-Hur (1959)


İşte karşınızda dijital efektlerin henüz icat edilmediği yıllarda binlerce figüran kullanarak, dekor ve kostüm tasarımıyla büyüleyen muazzam bir film. Aslında bir prensken çocukluk arkadaşının ihanetiyle kürek mahkumu olan, ailesi zindanlara atılan Ben-Hur elbette ki intikamını almak için geri döner. Sonrası görkemli bir başyapıt. Hele bir atlı araba yarış sahnesi var ki anlatılmaz izlenir. Ben-Hur’un tek kusuru vermeye çalıştığı dini mesajlar. Yine de 212 dakikalık bu epik intikam öyküsü mutlaka izlenmeli diyorum.  

Ejder Kapanı (2010)


Son örnek de bizden olsun. Türkiye’de gerçekleştirilen ilk seri katil filmi olduğu iddiasıyla pazarlanan Ejder Kapanı alt metninde de bir intikam öyküsü barındırıyor. Filmin seri katili, tecavüze uğrayan kız kardeşinin intikamını almak için afla çıkan tüm pedofilleri teker teker öldürmeye başlar. Bütün seri katiller böyle olsa keşke değil mi? 

15 Aralık 2011

2012 Golden Globe Adayları


     Oscar'ın öncülleri kabul edilen Altın Küre adayları belli oldu. Bu tür ödülleri her ne kadar tartışmalı bulsam da takip etmemek elde değil. 15 Ocak'ta gerçekleşecek ödül töreninde yarışacak olan film, dizi, yönetmen ve oyuncular şu şekilde; 
EN İYİ YÖNETMEN

Woody Allen – Midnight in Paris
George Clooney – The Ides of March
Michael Hazavicius – The Artist
Alexander Payne – The Descendants
Martin Scorsese – Hugo
EN İYİ FİLM, DRAM

Descendants
Help
Hugo
The Ides of March
Moneyball
War Horse
EN İYİ FİLM, KOMEDİ YA DA MÜZİKAL

50/50
The Artist
Bridesmaids
Carnage
Midnight in Paris
My Week With Marilyn
EN İYİ ERKEK OYUNCU, DRAM

George Clooney – The Descendants
Brad Pitt – Moneyball
Ryan Gosling – The Ides of March
Michael Fassbender – Shame
Leonardo DiCaprio – J. Edgar
EN İYİ KADIN OYUNCU, DRAM

Glenn Close – Albert Nobbs
Viola Davis – The Help
Rooney Mara – The Girl With the Dragon Tattoo
Meryl Streep – The Iron Lady
Tilda Swinton – We Need to Talk About Kevin
EN İYİ ERKEK OYUNCU, KOMEDİ YA DA MÜZİKAL

Jean Dujardin – The Artist
Brendan Gleeson – The Guard
Joseph Gordon-Levitt – 50/50
Ryan Gosling – Crazy Stupid Love
Owen Wilson – Midnight in Paris
EN İYİ KADIN OYUNCU, KOMEDİ YA DA MÜZİKAL
Jodie Foster - Carnage
Charlize Theron - Young Adult
Kristen Wiig - Bridesmaids
Michelle Williams - My Week With Marilyn
Kate Winslet - Carnege
EN İYİ ANİMASYON

Arthur Christmas
Cars 2
Rango
Puss ‘n Boots
The Adventures of Tintin
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU

Kenneth Branagh - My Week With Marilyn
Albert Brooks - Drive
Jonah Hill - Moneyball
Viggo Mortensen - A Dangerous Method
Christopher Plummer - Beginners
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU

Bérénice Bejo - The Artist
Jessica Chastain - The Help
Janet McTeer - Albert Nobbs
Octavia Spencer - The Help
Shailene Woodley - The Descendants
EN İYİ SENARYO

Michel Hazanavicius - The Artist
Alexander Payne, Nat Faxon and Jim Rash - The Descendants
George Clooney, Grant Heslov and Beau Willimon - The Ides of March
Woody Allen - Midnight in Paris
Aaron Sorkin and Steven Zaillian - Moneyball
EN İYİ YABANCI FİLM

The Flowers of War
In the Land of Blood and Honey
The Kid With a Bike
A Separation
The Skin I Live In
EN İYİ DİZİ, DRAM

American Horror Story
Boardwalk Empire
Boss
Game of Thrones
Homeland

12 Aralık 2011

Erkeklerin En Çok Özendiği Film Karakterleri


  
Hatırlarsanız daha önce buradaki yazımda kadınların en çok özendiği film karakterlerinden bahsetmiştim. Sonrasında ise erkeklerin özendiği film karakterleri neler olabilir diye düşündüm. Ne yalan söyleyim azıcık da zorlandım. Birazcık gözlem, birazcık empati ve işte huzurlarınızda listem;


Tyler Durden: Aklıma gelen ilk isim Fight Club’ın unutulmaz karakteri Tyler Durden oldu. Brad Pitt’in harika bir oyunculukla canlandırdığı Tyler’ı fenomene dönüştüren ise yakışıklılığı, serseriliği ya da çılgınlığından çok, tüketim toplumu ve kültürü hakkındaki sert ama bir o kadar doğru saptamalarıydı. (Chuck Palahniuk’a da ayrıca saygılar). Doğru söyleyin Tyler’ın mimarı olduğu Project Mayhem’ı gerçek dünyada uygulamak isteyeniniz hiç yok mu? 

Joker: Bir başka arıza karakter daha. Üstelik tıpkı Tyler gibi kargaşaya çok düşkün. Büyük usta Jack Nicholsun’un canlandırdığı ucube Joker’den daha tekinsiz, daha karanlık ve daha başarılı bir Joker ortaya koyan rahmetli Heath Ledger sinema tarihine unutulmaz bir karakter armağan etti. Tüm hedefi kaos yaratmak olan, hiçbir şeyi ciddiye almayan ve ne ismi ne de geçmişi bilinmeyen Joker en sevilen kötü adamlar listesine de hiç zorlanmadan girerdi sanırım. Sahip olduğu sıradışı mizah anlayışıyla dünyayı da kendi deliliğinin içine çekmek isteyen Joker’i en iyi anlatan sözler ise Batman’ın yardımcısı Alfred’den geliyor: “Bazı insanlar dünyanın yanıp kül olmasını izlemek isterler sadece.”  
Vito Corleone: Sinema tarihinin en “baba” karakteri huzurlarınızda. Reddedilemez tekliflerin sahibi, karizmatik, cool, güçlü, zeki ve soğukkanlı. Kötülere karşı acımasız ama zor durumdakilere karşı bir o kadar merhametli. Neredeyse eli öpülesi mübarek bir insan. Yaşlılığını Godfather I’de Marlon Brando’nun ve gençliğini ise Godfather II’de Robert De Niro’nun canlandırdığı Don Corleone sadece özenilen değil, kısık sesi ve çıkık çenesiyle en çok taklit edilen karakterler arasında da yer alıyor. 



James Bond: Ya da nam-ı diğer 007. Ne yalan söyleyim erkek olsaydım Bond gibi olmak isterdim. Bi kere adam gizli ajan, dünyanın dört bir yanında maceradan maceraya koşuyor. Üstelik yakışıklı, karizmatik, zeki, son teknoloji çeşit çeşit oyuncağı (?) var ve birbirinden güzel kızlar da etrafında pervane. E daha ne olsun? 




V: İsmini bilmiyoruz. Keza yüzünü de görmedik. Ancak sürekli taktiği Guy Hawkes maskesinin altından duyulan karizmatik sesi, keskin zekası ve anarşist ruhu V’nin sevilmesine yetti de arttı. Kendisi aynı zamanda listedeki sistem karşıtı üçüncü karakter. Motto ilan edilesi veciz sözü ise şu şekilde: “ideas are bulletproof”. 

Darth Vader: Star Wars efsanevi bir seri. Ancak sinema tarihine ve popüler kültüre en büyük katkısı Darth Vader karakteri oldu. Kariyerine bir Jedi şövalyesi olarak başlayan Anakin Skywalker gücün karanlık tarafına geçerek Darth Vader’e dönüşmeseydi bu kadar sevilir miydi bilmem. Siyah kostümü, tıslayarak aldığı nefesi ve üstün güçleriyle bütün galaksiye korku salan karizma sembolü Darth Vader’ın aynı zamanda bir aşk adamı ve müşfik bir baba olduğu da kayıtlara geçsin lütfen.

Polat Alemdar: Bir tane de bizden biri olsun. Kurtlar Vadisi’nin televizyondaki yüksek rating oranları beyazperdeye de uyarlanmasını geciktirmedi. Her daim çatık duran kaşlarıyla oldukça cool (?) duran Polat Alemdar ve arkadaşlarının maceralarını bilmiyor olsam da yurdum delikanlarının kendisini ne kadar sevdiği ve örnek aldığı ortada. Öyle ki eskiden (çok daha popülerken) Kurtlar Vadisi’nin yayınladığı günün ertesinde, yürüyüşü bile değişmiş ağır abi tribinde tipler gördüğümü iyi hatırlıyorum. 

8 Aralık 2011

Bir Hayalkırıklığı "A Dangerous Method"

David Cronenberg her filmiyle ilgi çeken ve kalburüstü işler çıkaran bir yönetmen. Fragmanını gördüğümden beri A Dangerous Method’u da merakla beklemekteydim. Filmin öyküsünün Freud ve Jung’u merkez alıyor olması da benim için yeterince heyecan vericiydi. Ancak sinema salonundan çıktığımda kalan izlenim ne yazık ki filmin vasatlığı oldu.
Önce öyküye kısaca değinelim. Geçirdiği ağır depresyon nedeniyle akıl hastanesine yatan Sabina Spielrein, Jung’un hastası olur. Bu arada Jung ve Freud yeni tanışmakta ve psikanalizin doğuşu arifesindeki bu dönemde fikir alışverişinde bulunmaktadırlar. Ancak dönemin bir başka psikiyatristi Otto Gross’un etkisinde kalan Jung’un, hastası Sabina ile cinsel ilişkiye girmesi ve Freud’la yaşadığı fikir ayrılıkları iki ünlü ismin arasının açılmasına neden olur. Bu arada bilmeyenler için Sabina Spielrein’ın ilk kadın psikanalist olduğunu, Jung’la aralarında gerçekten bir ilişki yaşandığını ve Otto Gross’un da döneminin önemli bir psikiyatristi olduğunu belirtelim. Tüm bu bilgilerin ışığında, izlediklerinizin -en azından önemli bir kısmının- yaşanmış olduğunu düşünürsek çok daha doyurucu ve etkileyici bir film talep etmek büyük bir beklenti olmasa gerek.
 Psikanalizle ilgilenenler bilir, Freud en basit tabiriyle, insanın yaşadığı tüm travmaları bir şekilde cinsellikle ilişkilendirdiği için indirgemecilikle eleştirilmiştir. Hatta Jung’la aralarındaki fikir anlaşmazlıklarından biri de bu konuyla ilgilidir. Ancak gelin görün ki film boyunca koskoca Carl Gustav Jung, Sabina Spielrein ve Otto Gross aklı fikri oynaşta (hem de sado-mazo cinsinden) son derece düz karakterler olarak yansıtılmışlar. Ne Jung’un yaşadığı dönüşümü ve Freud’dan uzaklaşarak ortaya koyduğu kendi teorilerini, ne de Sabina’nın nasıl iyileştiğini, hatta iyileşip iyileşmediğini bile tam olarak anlayamıyoruz. Öyle ki Jung’un Sabina’ya uyguladığı tedavinin, başka bir deyişle tehlikeli metodun, popoya şaplaktan ibaret olduğu yanılsaması bile doğabilir.


Freud ve Jung arasındaki büyük beklenti yaratan ve filmin belkemiği olması gereken psikanaliz sohbetleri ve yaşadıkları çekişme ise oldukça sığ, neredeyse müsamere tadında. Her iki karakterle de yolu kesişen Sabina Spielrein filmde daha merkezi bir rol oynuyor. Ama Keira Knightley’in gereğinden fazla abartılı bulduğum oyunculuğu ise maalesef izleyeni yabancılaştırmaktan başka bir etki yaratamıyor. Filmdeki en olumlu ve keyifli dakikalar ise, izleyenlerin çoğunun hemfikir olduğu üzere, Otto Gross’u canlandıran Vincent Casell’in göründüğü sahneler. Casell rolünde öyle inandırıcı ki, keşke sadece Otto Gross’un hayatını anlatan bir film çekilse ve Casell’i uzun uzun izlesek diye düşünmeden edemedim. Cronenberg’le çalıştığı üçüncü film olan Viggo Mortensen de Freud rolüne yeterince yakışmış.

Uzun lafın kısası böylesine zengin bir materyali harcamak David Cronenberg gibi bir yönetmene yakışmamış. Yine de kendisinin benim gibi takipçileri önceki filmlerinin hatırına bunu görmezden gelecek ve yeni filmi gösterime girdiğinde koşa koşa sinemaya gideceklerdir. Sonuçta herkes hata yapabilir değil mi? 


6 Aralık 2011

Hugo: Scorsese'den Sinemaya Saygı Duruşu


not: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.
Hugo’yu koskoca bir sinema salonunda, tek başıma izledim. Tam AFM’yi kapatmışım gibi hissederek havaya giriyordum ki Martin Scorsese gibi bir ustanın filminin rağbet görmediği düşüncesi biraz tadımı kaçırdı. Sonra, zaten izlenecek filmi yönetmenine göre seçmek çok yaygın bir davranış değilken, Hugo’nun bir de çocuk filmi gibi algılanması buna neden olabilir diye düşündüm. Evet, Hugo çocuklarla birlikte keyifle izlenecek bir aile filmi kategorisine rahatça dahil edilebilir ama sinema tarihini bilenler ve bu tarihe ilgi duyanlar Hugo’dan bambaşka bir tat alacaklar.
Brian Selznick’in "The Invention of Hugo Cabret" isimli çocuk romanından uyarlanan filmin başkahramanı Hugo saat tamircisi babasının ölümünden sonra kendisini yanına almış, ancak sonra ortadan kaybolmuş olan amcasının tren istasyonundaki saatleri kurma işini sürdürmektedir. Tek başına istasyonda yaşayan Hugo bir yandan gizli tüneller ve geçitleri kullanarak saatleri kurmakta, bir yandan insanları izlemekte ve bir yandan da babasından kalan bir otomaton’u (automaton) tamir etmek için gerekli ufak parçaları çalmaktadır. Derken bir gün istasyondaki oyuncakçı dükkanının sahibi tarafından yakalanır. Oyuncakçının bir şekilde otomaton’la ilgisi olduğunu keşfeden Hugo için gizemli bir araştırma süreci başlar. Filmin konusu aşağı yukarı böyle. Ama bir noktadan sonra hikayenin odağı Hugo’dan uzaklaşarak Ben Kingsley tarafından canlandırılan oyuncakçı Georges Melies’e kayıyor. Sinema aşıklarını ve tarihine ilgi duyanları heyecanlandıracak olan da bu isim zaten. Bilmeyenler için kısaca değinelim; asıl mesleği illüzyonistlik olan Georges Melies ilk sinema hilelerini bulan, 1902 yılında bilim-kurgu türünün ilk örneği olan Aya Seyahat (La Voyage dans la Lune) filmini çeken ve fantastik sinemaya büyük katkıları olan bir yönetmen. Aynı zamanda da bir otomaton koleksiyoncusu. Filmin ikinci yarısında yönetmenin hayatına ve kariyerine dair belgesel tadında görüntüler izlerken, sinemanın icadına ve gelişimine de tanık oluyoruz. Sinematograf aygıtının mucitleri Lumiere Kardeşler’in ilk gösterisinde “Tren’in Lyon Garı’na Girişi”ni izleyen seyircileri 3D teknolojisiyle Hugo’yu izleyen günümüz seyircisiyle kıyaslayıp gülümsememek elde değil. 


Filmografisinde Taxi Driver (Taksi Şoförü, 1976), Raging Bull (Azgın Boğa, 1980) Goodfellas (Sıkı Dostlar, 1990), Casino (1995), The Departed (Köstebek, 2006) gibi sert filmlerin yer aldığı Scorsese’nin Hugo gibi naif bir film çekmiş olması hayranlarını biraz şaşırtmış olmakla birlikte yönetmenin sinema tarihini çok iyi bildiği ve eski filmlerin korunması için çalışmalar yürüttüğü göz önüne alındığında Hugo doğru bir tercih olarak görünüyor. Bu filmin Scorsese’nin filmografisindeki bir başka ayrıcalıklı özelliği ise yönetmenin çektiği ilk üç boyutlu film olması. Avatar’dan sonra insanın başını ağrıtmaktan ve izleyeni filme yabancılaştırmaktan başka bir işlevi olmayan bir sürü üç boyutlu film seyrettim. Ama Hugo gerçekten de üç boyutun hakkını sonuna kadar veren, 1930’ların Paris’ini büyülü bir görsellikle canlandıran ve hatta üç boyutlu değilse izlenmemesi gereken bir film olarak alkışlanmayı hak ediyor. Bu arada Scorsese’nin filme serpiştirdiği güzel sürprizleri de var, sinemanın başlangıç dönemleri anlatılırken birkaç saniyeliğine de olsa yönetmenin kendisini ve Lumiere Kardeşler’den biri olarak Michael Pitt’i görmek mümkün. Hatta imdb’ye göre Salvador Dali de varmış ama ben kaçırdım maalesef.


Gelelim filmle ilgili eleştirmek istediğim iki noktaya. Paris’te geçen bir filmde karakterlerin İngilizce konuşuyor olması gerçekten sıkıcı. Jude Law’ın rolünün on dakika bile sürmemesi ise daha da sıkıcı.
Son sözüm Hugo’yu tercih etmeyerek, popcorn paketlerinin hışırtısı ve gereksiz fısıldaşmalarıyla film keyfimi bozmayanlara; gelmediğiniz için teşekkürler. Sinema salonunda tek başına film izlemenin katarsisi bir başka oluyormuş. Öyle ki bir ara kendimi Paris sokaklarında üzerime kar yağıyormuş gibi hissettim (Ama aklım en çok Monsieur Labisse’in kitapçı dükkanında kaldı). Tekrar hatırlatayım, Hugo sinema büyüsüne adeta bir saygı duruşu niteliğinde ve gerçekten bu büyünün etkisi altındaysanız bu filme gidin ya da filmperestler için salonu boş bırakın.  

29 Kasım 2011

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi


Bir film bolca saçmalık, abartı ve karikatürize karakterler içermesine rağmen sizce hala güzel bir film olabilir mi? Bu soruya cevabınız “hayır” ise Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ni izlememişsiniz demektir. “Evet” mi yoksa “hayır” mı diyeceği konusunda kararsız kalan bendeniz ise bu filmi iki ay önce, yönetmen Onur Ünlü ve başrol oyuncuları ile birlikte Adana Altın Koza Film Festivali’nde izledim. Film hakkında birşeyler yazmak için geç kalmamın sebebi ise gösterim tarihini ve karar verebilmeyi beklememdi.
Onur Ünlü yer yer absürt ve fantastik öğeler içeren Polis (2006), Çocuk (2007) ve Güneşin Oğlu (2008) gibi filmlerindeki şaşırtıcı ve farklı üslubu ile kimilerince çok sevilmiş kimilerince ise yerden yere vurulmuştu. “Leyla ile Mecnun” dizisi ise Ünlü’nün absürt mizaha dayalı kendine özgü tarzının tamamen benimsenmesini ve çok daha geniş kitleler tarafından sevilmesini sağladı. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi de yönetmenin filmografisindeki klasik formüle dayanıyor; abartılı karakterler, absürt olaylar ve kara mizah.
Filmin hikayesi Eskişehir’de geçiyor. Selçuk Yöntem’ in canlandırdığı Celal Tan saygın bir anayasa profesörü. Kendisinin neredeyse yarı yaşında bir genç kızla evli, ancak aldatıldığını öğrendiğinde eşini öldürüyor. Bu arada içeride kendisine doğum günü sürprizi yapmak için bekleyen kızı, oğlu, annesi ve torununun da cinayete tanık olduğundan habersiz. Bütün komik ve saçma olaylar da işte bu noktadan sonra başlıyor. Filmin tamamındaki diyaloglar ve olayların gelişimi oldukça komik. Ama bence Celal Tan ve Ailesi’nin en büyük artısı birbirinden yetenekli oyunculardan oluşan bir kadrosunun olması. Her daim oturaklı rollerin adamı Selçuk Yöntem komedide de ne kadar başarılı olduğunu ispatlıyor. Güler Ökten, Bülent Emin Yarar, Köksal Engür gibi usta isimlerin yanı sıra Ezgi Mola da gayet doğal.


Başta da söylediğim gibi Onur Ünlü tuhaf ve sıra dışı işler yapıyor. Bu yüzden Celal Tan ve Ailesi de çoğu kişi tarafından kötü, saçma ve berbat bir film olarak nitelendirilecek. Herkes istediğini düşünmekte serbest elbette ama filmi sadece absürt olaylar ve bol küfürle güldürmeye çalıştığı, saçma olduğu yönünde kötülemek eksik bir yaklaşım olacaktır. Filmin söyleyecek bir şeyleri olduğu da gözden kaçırılmamalı. İşte kararsızlığımın nedeni de söylediği şeylerin yanlılığıyla alakalı. Yönetmen, işlenen cinayetin tüm aile fertlerince üstünün örtülmeye çalışılması ve onu takip eden olaylarla ailenin, aşkın ve dostluğun bireysel çıkarlar söz konusu olduğunda kolaylıkla feda edilebileceğini, insanoğlunun zaaflarını ve küçük burjuvaziyi eleştiriyor. Ancak bu noktada Celal Tan’ın mesleğinin anayasa profesörlüğü olması, olayların Eskişehir’de geçmesi, opera sanatçısı Okan’ın aşırı biçimde karikatürize edilmesi, Celal Tan ve arkadaşının dinden bihaber olması gibi öğelerin alt metninde Kemalizme, yüksek sanata, Cumhuriyet aydınlarına yönelik bir taşlama hissetmek de kaçınılmaz. Bu arada bence filmin bir başka eleştirisi de Celal Tan’ın yakalanmasını istemediğini fark eden izleyiciye yönelik. Böylece biz de bir nevi cinayete ortak olmuş ve filmde güldüğümüz o karakterlere benzemiş oluyoruz.
Son olarak filmdeki hoş bir detaya değinmek istiyorum. Kampüsün bahçesindeki genç kız büstü (Celal Tan’ın eşi Özge’ye çok benziyor) ile operet Okan’ın afişteki görüntüsünün adeta öpüşüyormuş gibi göz yanılsamasına neden olduğu sahne çok hoş bir enstantane olmuş. (İzlemeyenler için saçma bir cümle oldu ama izleyenler anlamıştır sanırım). Filmin şahane afiş tasarımlarını da ayrıca alkışlıyorum. Ama hala kararsızım.     

15 Kasım 2011

Mirror, Mirror Trailer

Daha birkaç gün önce burada Tarsem Singh'ten ve üzerinde çalıştığı son projesi Mirror, Mirror'dan bahsetmiştim. Filmin fragmanı da gösterime girdi. Görünen o ki, bildiğimizden farklı bir Pamuk Prenses bekliyor bizi. 


11 Kasım 2011

Midnight in Paris

Bu yazıya başlamadan önce hemen söyleyim; Woody Allen filmlerinin koyu bir hayranıyım. Dolayısıyla birazdan okuyacaklarınız –zaten bu blogtaki hiçbir postta tarafsızlık iddiam olmamakla birlikte- fazlasıyla sübjektif olabilir. Peki Woody Allen filmlerinin nesini bu kadar çok seviyorum? Öncelikle kendisiyle dalga geçmesini. Başrolde kendisi oynasın ya da oynamasın nevrotik, biraz şapşal, obsesif ve içe dönük ana karakterleriyle aslında her zaman gerçek Woody Allen’ı izliyormuşuz gibi hissederim ve kendisiyle böyle rahat dalga geçtiği için de hayran olurum. Kesinlikle çok keskin bir zekanın ürünü oldukları belli olan filmlerindeki mizah, ince alay, kimi zaman absürt bir biçimde gelişen olaylar ve eleştiri oklarını sakınmadan sapladığı diğer karakterler de bir Woody Allen filminin güzellikleri arasındadır. Midnight in Paris’te ise bu saydıklarımın hepsi ve hatta daha fazlası var.
Paris’e bir güzelleme olarak nitelendirilebilecek film bunu doğrularcasına eşsiz Paris görüntüleri ve ana karakter Gil’in ağzından Paris övgüleri ile dolu. Sağır sultanın bile bildiği üzere bir New York aşığı olan Woody Allen’ın yaşamak istediği ikinci şehrin Paris olduğunu bilenler için bu durum pek şaşırtıcı gelmiyor tabi (Bilmeyenler de şimdi öğrenmiş oldu). Gil, bir yazar. Nişanlısı Inez ve onun ailesiyle birlikte Paris’te tatildeler. Daha filmin başlarında Gil ve Inez’in zıt zevklerini öğreniyor, aslında farklı dünyalara ait olduklarını fark ediyor ve nasıl olup da evlenmeye karar verdiklerine anlam veremiyoruz. Bu belki de filmin tek zorlama duran kısmı. Ama o kadar kusur kadı kızında da olur deyip görmezden gelebiliriz.


 Filmin asıl keyifli kısmı ise Gil’in zaman yolculuğu yaptığı bölümler. Saat tam gece yarısını vurduğunda garip bir şekilde kendisini 1920’lerin Paris’inde bulan Gil dönemin en bilinen sanatçılarıyla tanışma fırsatı yakalar. Kimler yok ki Gil’i ve tabi ki bizleri şaşırtan o isimler arasında; Zelda ve F. Scott Fitzgerald çifti, Ernest Hemingway, Cole Porter, Salvador Dali (Adrien Brody sen bir harikasın), Luis Bunuel, Pablo Picasso, Gertrude Stein, Josephine Baker ve T.S. Elliot perdede birbiri ardına endam-ı arz ediyorlar. Tabi burada önemli olan bu kişileri tanımak ve sohbet sırasında geçen esprileri anlamak için birazcık genel kültür bilgisi gerektiği. Ukalalık yapmak istemem ama bu, filmden daha fazla keyif alınmasını sağlayan bir nokta. Gil’in gerçeküstücülerle ve özellikle de Bunuel’le yaptığı kısa sohbet söylemek istediğime güzel bir örnek olabilir.
Bu kadar övdükten sonra yine de dürüst olmak gerekirse Midnight in Paris’te, Woody Allen’ın daha eski (başrolünde kendisinin olduğu diyelim) filmlerinde rastladığımız keskin eleştirilere pek rastlamıyoruz. İçi boş entelektüellere, Cumhuriyetçilere ve gösteriş meraklılarına karşı hoş iğnelemeler mevcut gerçi ama o meşhur Woody Allen hınzırlığında değil. Yine de ne olursa olsun çok keyif alacağınız ve muhtemelen Gil’in yerinde olmak isteyeceğiniz bir film var karşınızda. Şahsen 1920’lerde ya da başka bir dönemde yaşamaktansa tıpkı Gil gibi zamanda yolculuk edip şimdiki bilgi ve birikimimle geçmişi deneyimlemek ve o döneme damgasını vuran dehalarla iki muhabbet çevirmek isterdim. 

 
Son olarak da oyunculara değinmek istiyorum. Her Woody Allen filminde olduğu gibi Midnight in Paris’te de pek çok ünlü oyuncu bir arada. Özellikle Gil rolündeki Owen Wilson rahatlıkla Woody Allen’ın bundan sonraki filmlerinde başrol oynayabilir bence. Aynı şaşkın yüz ifadesi, bazen kekeleyerek konuşması ve beden diliyle Allen’ın adeta kopyası olmuş. Marion Cottilard da 20’li yılların kostümleri içinde gerçekten harika görünüyor. Ama kimse kusura bakmazsa en yüksek puanımı Salvador Dali’yi canlandıran Adrien Brody’e vermek istiyorum. Hatta mümkünse lütfen Dali’nin hayatını anlatan bir film çeksinler ve bu harika performansı daha uzun süre izleyebilelim. 
Lafı daha fazla uzatmaya gerek yok, Woody Allen’ı sevin ya da sevmeyin Midnight in Paris’i bence kaçırmayın. Woody Allen’ın en iyi filmi olmayabilir ama bu yılın en iyilerinden biri.   


  

8 Kasım 2011

Tarsem Singh'den Masallar


Ünlü müzik grubu R.E.M.’i bilirsiniz, tabi onun en meşhur şarkısı Losing My Religion’ı da. Peki o muhteşem şarkının aynı güzellikteki klibinin kimin elinden çıktığını biliyor musunuz? Hemen söyleyim: Tarsem Singh. Kendisi ayrıca çok güzel filmlere de imza atmış bir yönetmen. Ancak maalesef ismi bilinen, fazla popüler yönetmenlerden değil. Popülerden kastım; en sevilen üç yönetmen sıralamasında adına sıkça rastlamazsınız. Bunun nedeni şimdiye kadar topu topu üç film çekmiş olması da olabilir. Filmografisinde The Cell (Hücre, 2000), The Fall (Düşüş, 2006) ve pek yakında vizyona girecek olan filmi Immortals yer alıyor. Şu anda üzerinde çalıştığı son filmi ise Pamuk Prenses. Imdb’de Mirror Mirror orijinal ismiyle yer alan filmde Lily Collins (prenses), Julia Roberts (kötü kraliçe) ve Sean Bean (kral) başroldeler.   
Tarsem Singh’in iki filmini de izleyenler bilirler; izlemeye doyamadığınız sıradışı bir görsellikle büyülenir, hemen her sahnedeki sembollerle afallarsınız. Üstelik de konu ister The Cell’de olduğu gibi bir seri katil avı, isterse de ufak bir kıza anlatılan bir kahramanlık öyküsü olsun masalsı bir atmosfer, özenle oluşturulmuş sahneler ve en önemlisi sembolik bir anlatım (bunu şimdiden söylemek erken bile olsa) Tarsem Singh filmlerinin alamet-i farikası olacak gibi görünüyor. Hem metinlerarasılığın zenginliği hem de iki filmin kendi aralarındaki göndermelerini çözmek gerçekten ayrı bir seyir keyfi. The Cell ve The Fall’u arka arkaya izleyin, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. 

 Odd Nerdrum'un Dawn isimli tablosu
The Cell'den bir sahne

S. Dali'nin Face of Mae West isimli tablosu ve The Fall'ın afişi   


      The Cell ilk bakışta seri cinayetler işleyen bir katil-polis kovalaması anlatan bir polisiye gibi görünse de aslında psikolojik yönü daha ağır basan bir filmdir. Klasik polisiyelerin aksine katil filmin başında yakalanır, ancak komaya girdiği için son kurbanının yerini öğrenmek amacıyla sıra dışı bir yöntem denenmesi gerekmektedir. Böylece polisler, hastalarının travmalarını iyileştirmek için onların bilinçaltına giren bir doktordan yardım ister. Buraya kadar biraz sıradan bir konuya sahip görünen bu filmi başarılı olarak nitelendirmemi sağlayan ise elbette ki görselliği. Psikopatlığın doruklarında gezen bir katilin tekinsiz bilinçaltı ancak bu kadar güzel yansıtılabilirdi herhalde. Film boyunca bir yandan gerim gerim gerilirken bir yandan da atmosfere hayran olmamak elde değil. Filmin çok da yaratıcı olmayan senaryosu dışındaki tek eksisi ise başroldeki Jennifer Lopez. Hatta başrolde sırf o olduğu için the Cell’i izlemeyen ve beğenmeyenler olabileceği kanaatindeyim.
The Fall ise konu ve tür açısından çok farklı bir yerde durmakla birlikte, sembolik anlatı yapısı, renk kullanımı ve hatta dekor ve aksesuarlar bakımından The Cell’e fazlasıyla benziyor. Kimi zaman güldürüp kimi zaman hüzünlendiren, masalla gerçeğin birbirine karıştığı filmin konusu hakkında pek bir şey söylemek istemiyorum ama karşınızda sadece güzel görüntüler değil aynı zamanda sağlam bir hikaye de var.  

   Papağan gibi sürekli filmlerdeki görselliğin ne kadar harika olduğundan bahsediyorum farkındayım ama bu görselliğin “aman şöyle canlı renkleri seçelim, wallpaper olacak manzaralar bulalım, efektleri de dayayalım” mantığıyla hiç alakası olmadığını da belirtmeden geçemem. The Fall’da hiçbir özel efektin kullanılmadığını ve filmin 18 farklı ülkede, 26 ayrı gerçek mekanda çekildiğini eklersem ne demek istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hatta bu mekanların büyük bir kısmının üşenmeyip tek tek tespit edildiği hoş bir blog için buradan buyrun.
Tarsem Singh’in son filmi Immortals için ise geri sayım başladı. Başarılı yönetmenin ellerinden mitolojik bir öykü izleyecek olmak bünyede fazlasıyla heyecan ve tabi ki beklenti yarattı. Hayal kırıklığına uğrayacağımı düşünmemekle birlikte haklı çıkıp çıkmayacağım bir başka yazının konusu olacak elbette. 


22 Ekim 2011

In the Land of Blood and Honey Trailer

     Angelina Jolie'nin aslında yetenekli bir oyuncu olduğunu (bkz: Girl, Interrupted ve Changeling) ama klişe aksiyon filmlerinde (bkz: Wanted ve Salt) rol alarak kariyerine zarar verdiğini düşünmüşümdür her zaman. Kendisi yönetmenliğe de el attı ve Bosna'daki içsavaş sırasında geçen bir hikayeyi anlattığı filmi yakında gösterime girecek. Takip edenler hatırlar, film daha çekim aşamasında pek çok tartışmaya yol açmıştı. Gösterimden sonraki tartışmalar ise Jolie'nin yönetmenliğinin de oyunculuğu gibi kötü olduğu yönünde mi olacak yoksa beni mi haklı çıkaracak bekleyip göreceğiz. 


9 Ekim 2011

Kadınların En Çok Özendiği Film Karakterleri


Hepimizin başına gelmiştir. İzlediğimiz bir filmdeki karakteri, onun özelliklerini, başından geçenleri kendimize, kendi yaşadıklarımıza benzetir ve bu yüzden onu çok severiz. Filmi en az yüz kere izledikten sonra diyalogları bile ezberleriz. Bu arada bilgisayarımızı çoktan o karakterin fotoğrafı süslemeye başlamıştır ve sanal ortamlardaki nickname'imiz artık o karakterin ismi olmuştur. Geçen gün bunları düşünürken kadınların en çok özendiği film karakterlerinin kendimce ufak bir listesini yapmaya karar verdim. İşte aklıma ilk gelenler:

Briget Jones: Yalnız, biraz sarsak, fazla kilolarından muzdarip ve platonik bir aşık. Briget Jones'un romanı ilk çıktığında çok büyük bir okuyucu kitlesi kazanmıştı, dolayısıyla beyazperdeye aktarılması da gecikmedi. Şehirli, çalışan kadınlar için çok tanıdıktı Briget'ın kilo verme ve sevgili bulma konusundaki sorunları, hatta tıpkı kendilerini izlemek gibiydi. Ne de olsa her kadın hayatında en az bir kez mutlaka Daniel Cleaver gibi kendisini üzme potansiyeline sahip birine, başka bir deyişle yanlış erkeğe aşık olur, sonrasındaysa Mr. Darcy gibi mükemmel bir erkeğin karşısına çıkacağı hayalini kurar. 




Carrie Bradshaw: Altı sezon süren Sex and the City dizisi şehirli, kariyer sahibi, evlenmeyi isteyen ama bir türlü doğru erkeği bulamadığından şikayetçi kadınların favori dizisiydi. Alışverişe ama en çok da ayakkabıya düşkün, aşk ilişkilerinde sürekli başarısızlık yaşayan Carrie Bradshaw hem stil hem de hayat tarzı olarak pek çok kadına ilham verdi. Böyle bir dizi karakterinin sonunda sinemaya transfer olması da kaçınılmazdı. Şık bir restorana gittiğinizde çevrenize bir bakın; yan masanızdaki modaya uygun giyinmiş, alışveriş paketleri boş bir sandalyeye yığılmış, erkekler hakkında kaynatırken içkilerini yudumlayan 30’lu yaşlarındaki kadınlar topluluğunda Carrie Bradshaw ruhunu göreceksiniz.

Amelie Poulain: Romantik, muzip ve düşünceli Amelie’nin hikayesi gösterildiği dönemde pek çok kadını kalbinden yakaladı. İzleyenler izlemeyenlere şiddetle tavsiye ettiler, hatta “kız kıza oturmalar”da en çok izlenen filmler listesinde uzun süre başı çekti Amelie. Ne de olsa kendisi mucizelere inanmanın, güzel rastlantıların ve romantik kavuşmaların vücut bulmuş haliydi.



Mia Wallace: Tarantino’nun filmlerindeki hemen her karakter, pek çok sahne ve o sahnelerdeki müzikler bir akım yaratmaya yetiyor ancak Pulp Fiction’da Uma Thurman’ın canlandırdığı Mia Wallace’ın seyirciler üzerindeki etkisi bir başka oldu. Saç modeli, yürüyüşü, dansı, konuşması ve tabi ki sigara içişi sadece erkekleri değil kadınları da hasta etmeyi başardı. Sanal ortamda bir sürü kızın dış görünüşünü Mia’ya benzetip, elinde sigara ile poz verdiği fotoğraflarına rastlamak inanın hiç zor değil.




Holly Golightly: 1961 yapımı Breakfast at Tiffanys’in üzerinden 50 yıl geçti ama Audrey Hepburn’un yarattığı siyah dar elbise, geniş güneş gözlükleri ve uzun ağızlıklı sigara modası hiç geçmedi. Partiden partiye gezip, pencere pervazında Moon River söyleyen, değişen ruh haliyle yakışıklı komşunun aklını başından alan Holly kadınlar için uzun bir süre daha rol modeli ve stil ikonu olarak kalmaya devam edecek gibi görünüyor.       
   
Clementine Kruczynski: Bir başka kült film daha. Bu filmi Facebook'ta favorileri arasına eklemeyenleri dövüyorlarmış haberiniz olsun. Eternal Sunhine of the Spotless Mind zekice yazılmış senaryosu ve doğal oyunculuklarıyla olduğu kadar; kalbi kırık ya da sevgiliye mesaj derdindeki kızlarımızın duygularına tercüman olduğu için de bu kadar sevildi. Clementine ise saç modeliyle değil belki ama "Too many guys think I'm a concept, or I complete them, or I'm gonna make them alive. But I'm just a fucked-up girl who's lookin' for my own peace of mind; don't assign me yours" veciz sözüyle hatırı sayılır bir hayran kitlesi edindi.

Marla Singer: Kült film Fight Club'ın üzerinden yıllar geçti, ama filmin femme fatale'ı Marla'nın etkisi hala sürüyor. Siyahlar içinde, gözlerini kopkoyu boyamış ve elinden sigarasını düşürmeyen çakma Marla'ları film ilk çıktığında çevremizde daha çok görmekle birlikte, kendisini "arızalı" addeden pek çok kızımız Tyler Durden'ın arzu nesnesi Marla Singer'ı idol olarak görmeye devam ediyor.



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...