Ünlü müzik grubu R.E.M.’i
bilirsiniz, tabi onun en meşhur şarkısı Losing My Religion’ı da. Peki o
muhteşem şarkının aynı güzellikteki klibinin kimin elinden çıktığını biliyor
musunuz? Hemen söyleyim: Tarsem Singh. Kendisi ayrıca çok güzel filmlere de
imza atmış bir yönetmen. Ancak maalesef ismi bilinen, fazla popüler yönetmenlerden
değil. Popülerden kastım; en sevilen üç yönetmen sıralamasında adına sıkça
rastlamazsınız. Bunun nedeni şimdiye kadar topu topu üç film çekmiş olması da
olabilir. Filmografisinde The Cell (Hücre,
2000), The Fall (Düşüş, 2006) ve
pek yakında vizyona girecek olan filmi Immortals yer alıyor. Şu anda üzerinde
çalıştığı son filmi ise Pamuk Prenses. Imdb’de Mirror Mirror orijinal ismiyle yer
alan filmde Lily Collins (prenses), Julia Roberts (kötü kraliçe) ve Sean Bean
(kral) başroldeler.
Tarsem Singh’in iki filmini de
izleyenler bilirler; izlemeye doyamadığınız sıradışı bir görsellikle büyülenir,
hemen her sahnedeki sembollerle afallarsınız. Üstelik de konu ister The Cell’de
olduğu gibi bir seri katil avı, isterse de ufak bir kıza anlatılan bir
kahramanlık öyküsü olsun masalsı bir atmosfer, özenle oluşturulmuş sahneler ve
en önemlisi sembolik bir anlatım (bunu şimdiden söylemek erken bile olsa) Tarsem
Singh filmlerinin alamet-i farikası olacak gibi görünüyor. Hem metinlerarasılığın
zenginliği hem de iki filmin kendi aralarındaki göndermelerini çözmek gerçekten
ayrı bir seyir keyfi. The Cell ve The Fall’u arka arkaya izleyin, ne demek
istediğimi çok iyi anlayacaksınız.
Odd Nerdrum'un Dawn isimli tablosu
The Cell'den bir sahne
S. Dali'nin Face of Mae West isimli tablosu ve The Fall'ın afişi
The Cell ilk bakışta seri
cinayetler işleyen bir katil-polis kovalaması anlatan bir polisiye gibi görünse
de aslında psikolojik yönü daha ağır basan bir filmdir. Klasik polisiyelerin aksine
katil filmin başında yakalanır, ancak komaya girdiği için son kurbanının yerini
öğrenmek amacıyla sıra dışı bir yöntem denenmesi gerekmektedir. Böylece
polisler, hastalarının travmalarını iyileştirmek için onların bilinçaltına
giren bir doktordan yardım ister. Buraya kadar biraz sıradan bir konuya sahip
görünen bu filmi başarılı olarak nitelendirmemi sağlayan ise elbette ki
görselliği. Psikopatlığın doruklarında gezen bir katilin tekinsiz bilinçaltı
ancak bu kadar güzel yansıtılabilirdi herhalde. Film boyunca bir yandan gerim
gerim gerilirken bir yandan da atmosfere hayran olmamak elde değil. Filmin çok
da yaratıcı olmayan senaryosu dışındaki tek eksisi ise başroldeki Jennifer
Lopez. Hatta başrolde sırf o olduğu için the Cell’i izlemeyen ve beğenmeyenler
olabileceği kanaatindeyim.
The Fall ise konu ve tür açısından
çok farklı bir yerde durmakla birlikte, sembolik anlatı yapısı, renk kullanımı
ve hatta dekor ve aksesuarlar bakımından The Cell’e fazlasıyla benziyor. Kimi zaman
güldürüp kimi zaman hüzünlendiren, masalla gerçeğin birbirine karıştığı filmin
konusu hakkında pek bir şey söylemek istemiyorum ama karşınızda sadece güzel
görüntüler değil aynı zamanda sağlam bir hikaye de var.
Papağan gibi sürekli filmlerdeki
görselliğin ne kadar harika olduğundan bahsediyorum farkındayım ama bu
görselliğin “aman şöyle canlı renkleri seçelim, wallpaper olacak manzaralar
bulalım, efektleri de dayayalım” mantığıyla hiç alakası olmadığını da
belirtmeden geçemem. The Fall’da hiçbir özel efektin kullanılmadığını ve filmin
18 farklı ülkede, 26 ayrı gerçek mekanda çekildiğini eklersem ne demek
istediğim daha anlaşılır olacaktır. Hatta bu mekanların büyük bir kısmının
üşenmeyip tek tek tespit edildiği hoş bir blog için buradan buyrun.
Tarsem Singh’in son filmi Immortals
için ise geri sayım başladı. Başarılı yönetmenin ellerinden mitolojik bir öykü
izleyecek olmak bünyede fazlasıyla heyecan ve tabi ki beklenti yarattı. Hayal kırıklığına
uğrayacağımı düşünmemekle birlikte haklı çıkıp çıkmayacağım bir başka yazının
konusu olacak elbette.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.