Sayfalar

2 Mart 2011

Black Swan

not: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.

Yaz sonunda trailer’ını ilk gördüğüm günden beri sabırsızlıkla beklediğim bir filmdi Black Swan. Ülkemizde oldukça geç bir tarihte gösterime gireceğini öğrendiğimde ise korsan cd’si ya da internetten izlenebilecek versiyonları olmasına rağmen, iyi filmler ilk olarak beyazperdede izlenmeyi hak eder diye düşünerek inatla vizyon tarihini beklemeye karar verdim. Ve kesinlikle beklediğime değdi. En sonda söyleyeceğimi en başta söylemekte sakınca görmüyorum; Black Swan bir başyapıt değil belki ama sinema tarihinin en etkileyici, başarılı ve unutulmaz örnekleri arasına adını yazdırmayı kesinlikle hak ediyor.
Sağır sultanın bile duyduğu üzere filmin yönetmeni Darren Aranofsky, başrollerde ise filmdeki performansıyla ödül avcısı haline gelen Natalie Portman, Vincent Cassel, Mila Kunis, Barbara Hershey ve Winona Ryder yer alıyor. Hatırlanacağı üzere Aronofsky’nin bir önceki filmi The Wrestler (Şampiyon, 2008) kariyeri bitmek üzere olan eski bir güreşçinin hikayesini anlatıyordu. Black Swan ise bu sefer bir kadın kahraman üzerinden, tıpkı Amerikan güreşi gibi bedensel disiplin, yoğun ve yıpratıcı bir çalışma gerektiren baleye odaklanıyor. Rahat koltuklarındaki biz izleyicilere büyük bir rahatlıkla ve kolayca yapılıyormuş gibi görünen o hareketlerin arkasında ne kadar ciddi ve özverili bir çalışma olduğunu bir kez daha hatırlıyoruz film sayesinde.
Filmin öyküsüne gelirsek… Esas karakter Nina, Kuğu Gölü balesinin yeni ve farklı bir uyarlamasında çok istediği Kraliçe Kuğu rolünü kapmıştır. Burada farklı uyarlama diyorum çünkü balenin orijinal hikayesi, filmde Thomas tarafından sahneye konan versiyondan biraz farklı aslında. Büyücü Rothbart tarafından Prenses Odette’e büyü yapılmıştır. Buna göre Odette gündüzleri bir kuğuya dönüşmekte ancak geceleri normal haline geri dönebilmektedir. Büyünün bozulması için tek koşul ise bir erkeğin gerçek aşkıdır ve o erkek de Prens Siegfried’dir. İşte filmdeki hikaye ile asıl hikaye arasındaki fark burada başlıyor. Prens, Odette’e gerçekten aşık olur, ancak aşkını itiraf edeceği baloya Büyücü Rothbart büyüyle Odette’e benzettiği kendi kızı Odile’i getirir. Yani Odile aslında Odette’in ikizi değildir. Onu Odette zanneden Prens, Odile’e aşkını ilan eder ve bunu gören Odette perişan halde oradan kaçar. Hatasını anlayan Prens, Odette’i bulur ve af diler. Bu arada Rothbart gelir ve prensten sözünü tutup kızıyla evlenmesini ister. İkisinin kavgası sırasında prensin Rothbart’ı öldürmesiyle Odette ve diğer kuğular üzerindeki büyü bozulur ve Prens Siegfried ile Odette birbirine kavuşur. Ancak filmde Thomas’nın anlattığı hikayede Prens ve Odile’in birlikte olmasına dayanamayan Odette kendisini öldürüyordu. Buna göre dikkat edildiğinde aslında Black Swan’daki Nina’nın hikayesi, Kuğu Gölü Balesi’ndeki Odette’in hikayesinin farklı bir versiyonudur demek mümkün.  


Filmde Nina’dan istenen anlatılan hikayedeki hem masum, iyi ve kırılgan Odette’i, hem de kötücül ve baştan çıkarıcı Odile’i canlandırmasıdır. Thomas’nın bunu başarması için Nina’yı kışkırtma çabaları ise Nina’nın içinde halihazırda varolan çatışmayı iyice ateşler. Halihazırda var olan diyorum çünkü filmin başında Nina’nın sırtında gördüğümüz yara izlerinden zaten bir sorunu olduğunu hissediyoruz. Filmde bu sorunların kaynağı olarak ise aşırı korumacı ve kontrolcü bir anne ve Nina’nın mükemmellik takıntısı ve aşırı gelişmiş oto-kontrolü işaret ediliyor. Filmin en çok eleştiri aldığı yerlerden biri de, bu konuda basite indirgemeci bir yaklaşım sergiliyor olması. Bana göre ise anlatılmak istenenin özünde her insanın içinde yaşadığı iyi-kötü ya da aydınlık-karanlık taraf çatışmasıyla, kendi ötekisiyle arasındaki mücadeleyle Nina’nın baş edememesi; annesinin ve kariyerinin dayatması sonucu kendisinin de içselleştirdiği bir oto-kontrolle sürekli olarak baskıladığı dürtülerinin ve arzularının sonunda kontrol edemeyeceği bir raddeye gelerek zihnini ve bedenini ele geçirmesi yer alıyor.



Nina aynı zamanda çocuk-genç kızlıktan kadınlığa adım atma sürecini de tamamlamış değil. Hala oyuncaklarla dolu bir odası var, şimdiye kadar doğru düzgün bir erkek arkadaşı olmamış ve fazla –hatta belki de hiç- cinsel deneyim yaşamamış. Zaten bedeni üzerindeki oto-kontrolü de en çok kendi cinsel arzuları üzerinde uyguluyor. Mastürbasyon yapmaya çalıştığı bir sahnede odasında uyumakta olan annesinin varlığı bir baskı unsuru olmuşken, yalnız başına küvetteyken tekrar mastürbasyon yapmaya çalıştığında ise suçluluk duyuyormuşçasına vazgeçiyor. Keza bardan dönerlerken Lily’nin taksideki girişimini de reddediyor.
Bir şeyin ne olduğunu anlamak için ne olmadığına bakmak gerekir bazen. Buradan hareketle Nina’yı daha iyi anlamak için Lily’i ele almak gerekiyor. Mila Kunis’in büyük bir doğallıkla canlandırdığı Lily’nin varlığı Nina için oldukça rahatsız edici. Lily ayrıca fiziksel olarak Nina’ya kimi zaman çok benziyor. Ancak rahatlığı, seksapeli ve fütursuz tavırlarıyla aslında Nina’nın tam zıttı, yani o aslında Odile, yani Siyah Kuğu. Bu zıtlığı iyice belirginleştirmek için Aronofsky klişe kaçabilecek bir yönteme de başvurmuş; Nina filmin büyük kısmında beyaz renkli kıyafetler içindeyken, Lily ise sürekli siyah giyiyor. Birlikte dışarı çıktıkları bir gece Lily, üzerinde gri (siyah ve beyazın karışımı olduğu için bu da manidar bir seçim) bir bluz olan Nina’ya kendi siyah t-shirtünü ödünç veriyor ve bu, Nina’nın içindeki siyah kuğunun sonunda ortaya çıktığı gece oluyor zaten. Nina balede en mükemmeli başarmak için bedenini inanılmaz biçimde zorlayıp acıtırken, bedenine zevk verecek en başta seks olmak üzere sigara, alkol veya uyuşturucu gibi kaçındığı her şeyle bir gecede Lily sayesinde tanışıyor, sabaha karşı eve döndüğünde annesinin otoritesine isyan ediyor ve Lily ile yani kendisiyle sevişiyor. 


Nina’nın etkilendiği ve onun gibi olmak istediği bir başka kişi emekliye ayrılmak üzere olan eski baş balerin Beth. Onun soyunma odasındaki ufak tefek eşyalarını çalması bu öykünmenin bir işareti. Ancak Beth’i hastanede tek başına, gözden düşmüş halde görünce birden günün birinde kendi sonunun da böyle olabileceğini hatırlattığı için öfkesini Beth’e yönlendiriyor.
Filmde Nina’nın çevresindeki bir başka önemli kadın karakter ise elbette annesi. Eski bir balerin olan ancak Nina’ya hamile kalınca kariyerini bırakan Erica Sayers’ın, kendini kızına adamış ve bunun karşılığında da onun hayatının her alanına müdahale etme hakkını kendisinde gören bir anne olarak Nina’nın bu kadar kontrol düşkünü olması ve özgüven eksikliği yaşamasının en önemli sebeplerinden biri olduğuna işaret ediliyor. Bu rolde Barbara Hershey’in çok inandırıcı olduğunu belirtmeden geçmek istemiyorum.
Black Swan’ın hikayesinin Kuğu Gölü Balesi ile paralellik gösterdiğini söylemiştik. Odette ve Odile tamam, peki Prens kim olabilir diye sorduğumuzda Black Swan’da bir prens olmadığını görüyoruz. Zaten Nina’nın Beyaz Kuğu olmaktan  kurtulması için bir prense ihtiyacı yok, dönüşümünü kendisi gerçekleştirmeye çalışıyor. Vincent Cassel’ın canlandırdığı Thomas karakteri izleyicinin belki başlangıçta beklediği gibi Prens Siegfried değil, Nina’nın dönüşümünü başlatan ya da dönüşmesi için motive eden kişi olarak Büyücü Rothbart’da karşılığını buluyor. Filmin ilk yarısında Nina’nın cinsel dürtülerini uyandırmak için birkaç kere kızı tahrik etmeye çalışıyor ama aralarında romantik ya da cinsel bir ilişki hiçbir zaman gelişmiyor. Thomas’ya göre Nina’nın Siyah Kuğu’yu canlandırması için sadece mükemmel bir teknik yeterli değil, doğal ve baştan çıkarıcı bir performans sergilemesi gerekiyor ve bunun için onu sürekli kışkırtıyor. Çünkü aslında Nina’nın içinde saklı olan siyah kuğunun farkında. Zaten siyah kuğu da dışarı çıkmak istiyor, Nina’nın etlerini adeta sıyırıp yırtmak istermişçesine sırtını tırmalayıp kanatması bu yüzden. Sonunda Nina sırtından siyah bir kanat tüyü çıkardığında (ya da çıkardığını sandığında) kıpkırmızı gözlerle bakıyor ve bacakları da birer kuğu bacağına dönüşüyor. Bu, Nina’nın metamorfozunun tamamlandığı an. Bu metamorfoz sonucu Nina artık bir beyaz kuğu değil ve bu yüzden büyük gösteri sırasında Beyaz Kuğu’yu canlandırırken beceremeyip yere düşüyor. Siyah Kuğu olarak ise izleyicileri adeta büyülüyor ve bu sahnedeki görsel efektler de sinema salonundaki biz izleyicilerin koltuklarına çivilenmesini sağlıyor. Dansın son sahnesinde Nina’nın arkadaki duvara düşen kanatlı gölgesinin iki tane olması ise Nina’nın içindeki beyaz ve siyah kuğuların bir metaforu olması bakımından son derece anlamlı.



Black Swan, izleyen kişiye bağlı olarak çok farklı okumalara açık bir film. Nina’nın yaşadıkları bir şizofrenin sanrıları olarak okunabileceği gibi, mükemmellik takıntısı içindeki bir balerinin başarma hırsı sonucu akli dengesini yitirmesi olarak, id-ego çatışması olarak ya da kendisi ve kendi ötekisi (kimi zaman aynadaki aksi, kimi zaman Lily) arasındaki tüm zıtlıkları tek bir bedende bir araya getirmeye çalışırken kendisini yok etmesi olarak da okunabilir. Bendeniz ise, sonuncu okumaya daha yakın durmayı tercih ediyorum. Nina kendi üzerindeki içsel ve dışsal (annesi tarafından) baskıyı kaldırarak, bilinçdışına attıklarını geri çağırarak ve içinde barındırdığı ikilikleri yan yana getirerek dönüşümünü gerçekleştirir ve kendi ötekisini öldürür. Ancak biri olmadan diğerinin de yaşaması mümkün değildir ve ötekisinin ölümü aslında Nina’nın ölümü demektir. Film hakkındaki fikrimi Nina’nın son sözleriyle belirteyim: It was perfect.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...