Düşünün ki, başarılı filmler çekmiş ve kendine has bir izleyici kitlesine sahip bir yönetmensiniz. Yeni filminiz için popüler ve usta oyunculardan oluşan bir kadronuz var. Ancak daha önce defalarca denenmiş ve artık hiç de cazip gelmeyen bir formüle dayanan senaryonuzla hayal kırıklığı yaratmaktan öte bir şey yapamıyorsunuz. Eğer tüm bunları kafanızda canlandırabildiyseniz Fernando Meirelles ile empati kurabildiniz demektir. Cidade de Deus (Tanrıkent, 2002), The Constant Gardener (Arka Bahçe, 2005) ve Blindness (Körlük, 2008) gibi iyi filmlerin ardından (Tanrıkent hepsinden de iyidir aslında) 360 gibi bir filmin aynı yönetmene ait olduğuna inanmak zor.
Filmin fragmanını ilk izlediğimde karşımızda yeni bir "kesişen hayatlar" hikayesi olduğunu üzülerek farketmiştim. Sinema tarihinde daha önce örnekleri olmakla birlikte Iñárritu'nun Amores Perros'u (Paramparça Aşklar, Köpekler, 2000) ile bir anda popülerleşen "kesişen hayatlar" temasının artık bayatladığını birisi sinemacılara anlatsın lütfen. Farkında olmadan birbirinin hayatını etkileyen insanlar, yeni olaylar yaratan başka olaylar vs. hepsi, en berbat Holywood filminde son iki saniye kala geri sayımının duracağını bildiğimiz bir bomba kadar bile heyecanlandırmıyor artık. Afişte yazdığı gibi "We are all connected". So what?!
Filmde 10 ayrı karakter var: tek gecelik kaçamak peşinde bir adam, eşini aldatan bir kadın, kızını arayan bir baba, hapisten yeni çıkmış bir sapık, sevgilisini terk eden bir genç kız, aşkına karşılık arayan bir adam, bir fahişe... üff her neyse yazarken sıkıldım. Birbiriyle alakasız gibi görünen bu karakterlerin tahmin edildiği üzere bir şekilde birbirine değecek olan hikayeleri Viyana'da başlayıp, Paris, Londra, Denver, Rio, Bratislava gibi şehirlerde devam ediyor. Ancak bu hikayelerin hiçbiri ne "vay be" dedirtecek kadar şaşırtıcı, ne küçük tesadüflerin önemine inandıracak kadar dokunaklı, ne de enteresanlığından dolayı akılda kalıcı. Sadece yüzeysel karakterler ve onların hiç ilgi çekmeyen hayatlarının bir bölümüne tanık oluyoruz o kadar. Belki karakter sayısı daha az olsaydı, hikayelerine daha fazla dahil olabileceğimiz bir "kesişen hayatlar" izleyebilirdik.
Filmin tüm bu durağanlığını ve sıradanlığını gidermeye kadrodaki yıldız isimlerin de gücü yetmemiş ne yazık ki. Anthony Hopkins gibi bir üstat için kederli baba rolünü oynamak çocuk oyuncağı olmuştur sanırım. Kendisini beyazperdede izlemek hangi rolde olursa olsun hala çok keyifli. Rachel Weisz de ekstra hiçbir yetenek gerektirmeyen bir rolde üstüne düşeni yerine getirmiş. Angel-A'nın naif Andre'si rolünde kendini sevdiren Jamel Debbouze da yer aldığı sahneleri daha izlenir kılmış. Vee son olarak tabi ki sevgili Jude Law, bu filmde oynamayı kabul ederken kafan güzel miydi bilmiyorum ama muhteşem İngiliz aksanın ve şahane gülümsemen olduğu sürece oynadığın en kötü filmi bile izlerim :)
Hatırı sayılır festivallerde gösterim şansına erişemeyen 360'ın, Meirelles'in filmografisinde kötü bir yere sahip olacağı kesin. Ancak bu cümle yönetmenin bundan sonraki filmleri için hala umutlu olduğumun bir delili olarak kayıtlara geçsin lütfen.