Sayfalar

29 Mart 2013

The Imposter / Hayat Avcısı

     


     Neler oluyor şu hayatta dediğiniz durumlar vardır. Bir gazete haberi okursunuz, bir tanıdığınızdan duyarsınız ya da gerçek hayattan uyarlanmış bir film izlersiniz ve böyle düşünürsünüz. Yarı kurmaca yarı belgesel denebilecek The Imposter bu tarz bir film işte. Büyük bir sahtekarlık öyküsünü konu alan filmde hem gerçek kişilerle yapılan röportajlar hem de oyuncular tarafından canlandırılan kurmaca öykü birbirine öyle güzel eklenmiş ki baştan sona hiç sıkılmadan izleniyor. 
    Hikaye 1993 yılında Amerika Teksas'da kayıplara karışan 12 yaşındaki Nicholas isimli bir çocuğun üç yıl sonra İspanya'da bulunması ile başlıyor. Ancak daha filmin başında bulunan kişinin aslında kayıp Nicholas olmadığını öğreniyoruz. Öyle ki bu kişinin Nicholas'la uzaktan akraba olmasına bile imkan yok çünkü sarışın ve mavi gözlü Nicholas'ın aksine diğer çocuk esmer ve kahve rengi gözlere sahip, 23 yaşında ve hatta Amerikalı bile değil. Bütün bunları başta öğrenmek filmin aleyhine işlemediği gibi sonrasında neler olacağına dair büyük bir merak uyandırmaya yarıyor. Nicholas'ın ailesi bu işe uyanmayacak mı, yetkililer ne yapacak, Nicholas olduğunu iddia eden kişi aslında kim gibi sorular bir buçuk saat boyunca ilgi ve heyecanı canlı tutuyor. Filmin ikinci yarısında olayın bambaşka bir boyutu olabileceği ihtimalinin ortaya çıkması ise tam anlamıyla şok edici. 
     Filmin yönetmeni Bart Layton'ın bana göre en büyük artısı hem aile hem de sahte Nicholas (spoiler olmasın isim vermeyelim) tarafının ve olayın diğer müdahillerinin yorumlarını tarafsız biçimde sunması. Bir yerden sonra olaylar boyut değiştirdiğinde bile gerçekten kimin suçlu, kimin mağdur olduğuna dair kimseyi işaret etmeden, kafaları karıştırmak pahasına muğlak bir finalle bizi başbaşa bırakıyor. Neye inanacağınız tamamen size kalmış. Ne yazık ki çok az salonda gösterime girmiş bu etkileyici belgesel-kurmaca filmi kaçırmayın.

26 Mart 2013

Gelmiş Geçmiş En Saçma Ölüm Sahneleri

       Geçenlerde internette bir sitede "sinemadaki en saçma ölüm sahneleri" üzerine bir top 10 listesine rastladım. İçlerinde iki tane de Türk filminin olması, üstelik birinci ve üçüncü sırada yer almaları tabi ki göğsümü kabarttı. Bir tanesini hatırlarsınız belki; Karateci Kız, daha önce yine burada paylaşmıştım. Kendisi tüm zamanların en kötü ölüm sahnesi olma unvanını kaptırmış ama hemen üzülmeyin, aynı unvan bu sefer bir başka Türk filmine ait: Kara Murat Fatihin Fermanı. Neyse lafı uzatmayalım, videoyu gururla izleyelim. Listedeki diğer filmlerden bazılarını da paylaştım ancak hepsini izlemek için buraya tık


Aşağıdaki video ise Ricky Oh: The Story of Ricky filminin fragmanı. Emin olun bu kadar abuk sahneyi daha önce bir arada görmediniz. 


Majestelerinin karizmatik ajanı James Bond adam öldürmekte sınır tanımıyor.


Çabuk bana basket topu getirin çabuk!!

16 Mart 2013

Snow White Vs. Snow White


    Son zamanlarda beyazperdede bir Pamuk Prenses furyasıdır sürüyor. Tarsem Singh'in Mirror Mirror'unun ardından Snow White and the Huntsman geldi. Son olarak da İspanyollar Blancanieves ile farklı bir Pamuk Prenses uyarlamasına imza attılar. Hemen hemen aynı dönemde bu Pamuk Prenses ilgisi nereden çıktı bilinmez ama önümüzdeki günlerde farklı masal uyarlamaları görmeye devam edeceğiz gibi geliyor. 
    Malum, Pamuk Prenses masalının başı da sonu da belli. Bu yüzden üç yönetmen masalı kendine göre farklı tarzlarda ve hatta radikal değişiklikler yaparak uyarlamaya çalışmış. Üç filmin de masaldan farklılaştığı çok önemli noktalar var. Örneğin bir tanesinde prens yok, diğerinde prens var ama öpücüğü işlevsiz ve ötekinde ise Pamuk Prenses elmayı ısırmıyor bile. Tarz açısından bakarsak ise Mirror Mirror'un yönetmen Tarsem Singh'in alışıldık renkli görsel dünyasına uygun, biraz uçuk ve mizahi yönü ağır basan bir film olduğunu söyleyebiliriz. Snow White and the Huntsman yönetmen Rupert Sanders'in ilk filmi. Etkileyici ve karanlık bir masal dünyası tasarlanmış, ancak orijinal bir epik film olma derdindeymiş gibi kendisini fazlaca ciddiye alması filmin en büyük hatası. Blancanieves ise aslında içlerinde en farklı olanı ve hem siyah-beyaz görselliği hem de sessiz film olmasıyla diğer iki filmden açık ara önde. Yönetmen Pablo Berger ismini bir yere not almak lazım.   
     Şimdi gelelim masalın ana karakterleri bazında üç filmi kıyaslamaya...

Pamuk Prenses / Snow White











    Bilirsiniz Pamuk Prenses naif, kırılgan, elinden cücelerin ev işlerini yapmaktan başka iş gelmeyen, saftirik bir kızdır. Ancak üç filmin Pamuk Prenses'i de -yeni nesillere kötü örnek olmama adına- eli kılıç tutan, kötülere karşı bizzat kendisi savaşan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Pamuk Prenses rolüne en yakışan isim ise bence Mirror Mirror'daki Lily Collins. Cımbız yüzü görmemiş kaşları, çıtı pıtı sevimli halleriyle tam bir masal kahramanı olmuş. Yalnız filmin sonundaki Bollywoodvari şarkısı olmayaydı iyiydi. Kristen Stewart'a değinmeye gerek var mı bilmiyorum, tüm filmi karnı ağrıyormuş gibi bir yüz ifadesiyle tamamladı. Blancanieves'in Pamuk Prenses'i ise boğaları dize getiren bir matador (farklı bir uyarlama olduğunu söylemiştim değil mi?) ve Macarena Garcia tarafından başarıyla canlandırılmış. 

Kötü Kraliçe / Evil Queen











    Güzelliği ve kötülüğü dillere destan kraliçe rolü için birinciliği Charlize Theron'dan başkasına verirsem çarpılırım muhtemelen. Zaman zaman abartıları olsa da göründüğü her sahne ayrı bir muhteşem. Tek sorun sihirli aynasının bir aynadan çok siniye benzemesi. Baya güldüm, evet. Mirror Mirror'da Julia Roberts filmin tonuna uygun olarak kötü kraliçenin bir parodisi gibi, hatta o kabarık kostümlerin içinde Alice Harikalar Diyarı'ndaki kupa kraliçesine daha çok benziyor diyebilirim. Günümüzde geçtiği için Blancanieves'de bir kötü kraliçe yok ama gaddar üvey anne Encarna rolünde Maribel Verdu tam bir femme fatale olmuş. 

Yakışıklı Prens / Prince Charming











     Daha önce de söylediğim gibi günümüzün uyarlamalarında Pamuk Prenses kurtarılmayı beklemektense, eline kılıcını alıp dövüşmeyi tercih ediyor. Bu yüzden de beyaz atlı prensler biraz ikinci planda. Üstelik de son derece sıkıcılar. Bu yüzden ne Mirror Mirror'un çokoprensini ne de Snow White and the Huntsman'ın ezik tipli William'ını sevmedim. Zaten kendisinin Chris Hemsworth tarafından canlandırılan bir avcı yanında hiç şansı olmaz, olamaz. 

Avcı / Huntsman









    Hazır laf Chris Hemsworth'tan açılmışken kendisinin masal tarihinin görmüş olduğu en şükela avcı olduğunu belirtmek lazım. Onu elinde kah çekici (bkz. Thor) kah baltasıyla izlemeye alıştık ama artık farklı rollerde de yer alsa fena olmayacak. Mirror Mirror'da ve Blancanieves'de teorik olarak bir avcı yok aslında ama kraliçenin yancıları olarak Pamuk Prenses'e kötülük yapmaları bakımından bu kategoride yer almalarında bir sakınca görmüyorum. İlk filmin karikatürize tiplemesine nazaran kaytan bıyıklı Genaro Billbao çok daha kötücül. 

Yedi Cüceler / Seven Dwarfs











      Masalın olmazsa olmaz karakterleri yedi cücelerin en radikal sunumu ise Blancanieves'ten geliyor ve bizim madenci olarak bildiğimiz yedi kafadarlar filmde matador cüceler olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik de altı taneler. Mirror Mirror'da yedi cücelerin sunumu son derece matrak olmuş, Snow White and the Huntsman'ın cüceleri ise neredeyse The Hobbit'ten çıkmış gibiler.  

      Uzun lafın kısası, bir Pamuk Prenses uyarlaması izlemek istiyorsanız; hafif ve komik bir film için Mirror Mirror, içi boş aksiyon için Snow White and the Huntsman, biraz hüzünlü ama daha gerçek bir uyarlama için Blancanieves'i tercih edebilirsiniz. 

11 Mart 2013

Se7en Soundtrack / The Hearts Filthy Lesson

     Se7en'i izlemeyen kalmış mıdır? Tamam biraz saçma bir soru oldu, o zaman "Se7en'i izleyip de etkilenmeyen olmuş mudur?" diye düzeltelim. Oyuncuları, senaryosu, görselliği vs. her şeyiyle dört dörtlük olan filmin unutulmaz finalinin ardından kapanış jeneriğiyle birlikte David Bowie'nin bu müthiş şarkısı başlar ve zaten şok olmuş izleyici iyice koltuğuna yapışır. Şahsen bu filme bu kadar yakışacak başka bir şarkı daha aklıma gelmiyor. Filmi ve şarkıyı hatırlamak isteyenler lütfen böyle buyurun:


4 Mart 2013

Les Miserables

    
      Ne zaman bir müzikal film izlesem gerçek hayatın da böyle olabilme düşüncesi beni eğlendirir. Vapurda giderken ya da bir devlet dairesinde sıra beklerken insanlar birden şarkı söylemeye ve dans etmeye başlasa ya da arkadaşlar arasında nağmeli nağmeli konuşsak ilginç olurdu hakikaten. Ama bunu beyazperdede izlemeye gelince işin rengi değişiyor benim için. Güzel şarkılar ve yaratıcı bir koreograf söz konusuysa tamam ama filmin en can alıcı yerinde karakter şakımaya başlayınca elimde değil canım sıkılıyor. Bu yüzden, sevdiğin müzikal filmleri say deseniz Grease, West Side Story, Moulin Rouge ve Sweeney Todd'dan başka isim aklıma gelmez. Ne yazık ki Les Miserables da ileride hatırlayacağım filmler arasında yer almayacak, en azından iyi bir şekilde. 
     Victor Hugo gibi dev bir ismin defalarca uyarlanmış bir eserini tekrar filme çekmek riskli bir karar. Tolstoy'un Anna Karenina'sını farklı bir yorumla sunan Joe Wright bu riski kazanca dönüştürebilmişti. Les Miserables'ın yönetmeni Tom Hooper ise bu şansı ıskalamış görünüyor. Elbette kabul etmek gerekir ki Sefiller gibi bir eseri filme uyarlamak kolay iş değil. Artık dürüst bir hayata başlamak isteyen eski bir mahkum, sisteme sadık bir kanun adamı, çocuğu için saçı ve dişinden başlayarak vücudunu satmak zorunda kalan bir kadın gibi romanının kahramanlarının yaşadıkları çelişkiler, çaresizlikler, mücadeleler yeterince işlenmeden Sefiller'i anlatmış sayılmazsınız. İşte bu noktada film, ne karakterlerinin duygu durumlarını hakkıyla aktarabiliyor ne de hikayenin fonunu oluşturan devrim sonrası Fransa'sına dair anlamlı bir şeyler söyleyebiliyor. Bana göre bunun en büyük nedeni filmde şarkıyla söylenmemiş diyalogların yok denecek kadar az olması. Müzikal bir filmin şarkı ve diyalog dengesini iyi sağlamasının izleyeni sıkmamak adına önemli olduğunu düşünüyorum. Ama Les Miserables'ın her karakterinin derdini şarkıyla türküyle anlatması beni fazlasıyla baydı. Üstelik de bunu 2,5 saat gibi uzun bir süre boyunca izlemek gerçekten dayanılır gibi değil.   


     Neyse ki yıldız oyuncu kadrosu filmi bir nebze de olsa izlenebilir kılıyor. Bir kaç sene önceki Oscar Töreni'nde sergilediği performansla müzikale olan yatkınlığını gösteren Hugh Jackman göründüğü ilk sahneden başlayarak hiç zorlanmadan oynamış. Anne Hathaway'i pek sevmem ama hatun ödülleri sildi süpürdü artık bana laf düşer mi bilmem. Russel Crowe her zaman iyi bir oyuncu olmuştur, her rolün altından kalkmıştır ama şarkı söyleyemiyormuş öğrenmiş olduk. Helena Bonham Carter ve Sacha Baron Cohen ikilisinin olduğu sahneler ise sanki Tim Burton filminden copy-paste yapılmış gibiydi. Amanda Seyfried için de bir "eh işte" diyelim eksik kalmasın.
     Filmi izlerken aklımdaki tek şey "keşke bu film müzikal olarak çekilmeseymiş" düşüncesiydi. Veyahut sözünü ettiğim şarkı-diyalog dengesi tadında tutulsaydı ortaya gerçekten görkemli bir film çıkabilirdi. Belki de yönetmen Sefiller'i anlatırken, 2,5 saatlik şarkı şovuyla izleyiciyi de "sefil" ederek karakterlerle daha iyi empati kurmasını hedeflemiştir, kim bilir...  

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...