Sayfalar

29 Aralık 2010

The Tourist

Gösterime girdikten üç hafta sonra nihayet izledim The Tourist'i. Yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’ın daha önceki bol ödüllü ve parlak filmi The Lives of Others (Başkalarının Hayatı, 2006) ve başrol oyuncularının cazibesinden mütevellit merak ediyordum filmi. Büyüklerimizin meraktan zarar gelir demeleri boşa değilmiş meğerse. Sinema salonu yerine, “tv’de sinema keyfi” başlığı altında gösterilmesini beklesem de olurmuş. Senaryosunda barındırdığı aksiyon, entrika, gizem, romantizm ve sürpriz finale ve yaklaşık iki saat boyunca sıkmadan kendini izletmesine rağmen, filmi niteleyebilecek tek kelime “vasat” olabilir.
Sağır sultanın bile duyduğu gibi The Tourist, 2005 tarihli Fransız yapımı “Anthony Zimmer”dan uyarlandı. Filmin en büyük kozu ise başroldeki iki yıldız oyuncusu; Johnny Depp ve Angelina Jolie. Filmografisinde son derece farklı ve uçuk roller barındıran Johnny Depp için The Tourist’teki Frank karakteri kolay bir rol. Daha ilk bakışta Angelina Jolie’nin cazibesine kapılan, saf, biraz sünepe ve anti-karizmatik bir karakteri canlandırıyor olması bana göre filmin sonunu daha ilk yarıda açık eden en büyük faktörlerden biri. En azından ben Depp’in bu kadar saftirik görünmesinden baya bir işkillendim doğrusu.
Angelina Jolie ise Girl Interrupted ve Changeling’teki başarılı performansına rağmen, Lara Croft’la başlayıp, Mr.&Mrs. Smith, Wanted ve Salt’da ısrarla sürdürdüğü cool, seksi, tekinsiz ve sert kadın tiplemesini, yüzündeki “yaklaşanı yakarım” bakışı ve gülüşüyle maalesef The Tourist’de de tekrarlıyor. Kendisinin “güzel” bir kadın olduğu yönetmen tarafından film boyunca gerçek anlamda gözümüze sokuluyor. Kameranın uzun uzun Jolie’ye bakışı yetmezmiş gibi, Jolie’nin canlandırdığı Elise karakterinin insan arasında her karıştığında çevresindeki (kadın-erkek) tüm bakışların nesnesi olması da bu güzelliğin altını fazlasıyla ve gereksizce çiziyor. Gerçi erkek egemen Hollywood sinemasında etkin erkek bakışına karşılık edilgen kadın bedeninin sunulması artık maalesef kanıksanan ama hala can sıkmaya devam eden bir durum. Jolie’nin bana göre filmdeki tek işlevi birbirinden güzel (ama hakikaten güzel) kıyafetler içinde salınması. Hele filmin sonunda Johnny Depp’e “20 milyon dolara bu yüzü mü yaptırdın” diyor ya kendisine “çarpılırsın maazallah” demek istiyorum.

      Gelelim senaryoya. Film az önce bahsedildiği gibi bir yeniden çevrim. Dolayısıyla ilk film olan Anthony Zimmer’ı izleyenler için finalde bir sürpriz yok. Ama üzülmeyin, ilk kez seyrediyor olsanız da, The Tourist’in sürpriz sonunu tahmin etmek ortalama zekaya sahip bir insan için hiç de zor değil. Bir miktar takip, kovalamaca ve heyecan arasına mizah ve romantizm de serperek, iki yıldız oyuncu arasındaki elektriğe dayanan bir senaryo var karşımızda. Ayrıca dünyanın en görülesi şehirlerinden biri olan Venedik’i hangi filme fon olursa olsun beyazperdede izlemek çok çok keyifli. Ama hiçbiri filmin 10 üzerinden 6’nın üzerinde bir not almasına yardımcı olamıyor maalesef. Sonuç olarak sıkılmadan izlettiği için vakit kaybı değil ama sinema biletine ödenen miktar açısından nakit kaybı olabilecek bu filmi sadece Johnny Depp ya da Angeline Jolie hayranlarına önermek yerinde olacaktır.

17 Aralık 2010

Uslanmaz Adam Tarantino

Quentin Tarantino oluşturduğu kendine has sinema dili ve bilinen konu ve tekniklere getirdiği orijinal yaklaşımlarla yarattığı yeni türe kendi adını verebilen, “Tarantinesk” deyişini sinema literatürüne kazandırmış bir yönetmen. Sadece yönetmen de değil, aynı zamanda oyuncu, senarist ve yapımcı. Sinema eğitimi olmayan, çalıştığı video dükkanında seyrettiği sayısız film sayesinde kendini yetiştirmeyi başaran ve “Eğer bir gün film izleme tutkumu kaybedersem, film yapmam için bir neden kalmaz” sözünün sahibi Quentin Tarantino için yapılacak en uygun yakıştırma ise sinema fanatiği olacaktır.
1992 yılında Rezervuar Köpekleri ile ünlenen QT, 1994’te ikinci filmi Ucuz Roman’la Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü ve en iyi özgün senaryo Oscar’ını kazanarak 90’ların unutulmaz yönetmenleri arasına girmeyi çoktan başardı. Şimdiye kadar çekmiş olduğu 5 filmin sonunda bu yazının sahibi gibi hayranlarının yanı sıra, filmlerindeki kendine özgü stilden nefret edenlerin bile kabul edeceği şey kültleşmiş sahneleri, klasik tür ve temalara özgün yaklaşımları ve unutulmaz diyaloglarıyla Tarantino filmlerinin sinemaya kazandırdığı açılımlardır. 
Kamera arkasında olmasa da senaryosunu yazdığı ya da yapımcılığını üstlendiği filmlerde de Tarantino’nun izlerini görmek mümkündür. Senaryosunda imzası bulunan filmler arasında en bilinenleri True Romance, Gün Batımından Şafağa (From Dusk Till Dawn) ve Oliver Stone ile anlaşmazlık yaşadığı Katil Doğanlar (Natural Born Killer)’dır.

Tarantino’nun sinematografisi incelendiğinde karşımıza çıkan belli olmazsa olmazlar vardır. Bunlardan biri Tarantino’nun modası geçmiş şeyleri yenileme, tekrar canlandırma çabası ya da eskiye saygı duruşunda bulunmasıdır. Bu çabayı oyuncu seçiminden ele aldığı konulara, seçtiği müziklerden kullandığı film tekniklerine kadar takip etmek mümkündür. Unutulmaya yüz tutmuş John Travolta’ya Pul Fiction’da, 70’li yılların aksiyon filmlerinin siyahi kadın oyuncusu Pam Grier’e Jackie Brown’da, Kung Fu dizisinin unutulmazı David Carradine’e Kill Bill’de, yıldızı sönmüş Kurt Russel’a ise Ölüm Geçirmez’de önemli roller teslim etmiştir. Ucuz Roman’da Mia Wallace ve Vincent Vega’nın gittikleri Jack Rabbit’s Slim’s adlı restoranın nostaljik ambiyansını hazırlarken QT’nin büyük keyif aldığına kuşku yoktur.
Tarantino filmlerinde zekice hazırlanmış, esprili diyaloglar da büyük yer tutar. Bu diyaloglar arasında en unutulmazı kuşkusuz Rezervuar Köpekleri’nin açılış sahnesinde, siyah takım elbiseler içinde gördüğümüz bütün karakterlerin önce Madonna’nın Like a Virgin şarkısı, sonra da bahşiş verme hakkında yaptıkları muhabbettir. Çenebaz Tarantino’nun elinden çıkan diyaloglar genellikle şarkı, film, dizi, hamburger gibi popüler kültür ürünleri hakkındadır.
 Tarantino filmlerini seyretmek aynı zamanda metinler arası bir yolculuğa da çıkmak demektir. Hayranı olduğu filmlere sık sık göndermeler yapar Tarantino. Kullandığı kes-yapıştır tekniği ile sevdiği filmlerin bazı yanlarını, türlerin klişelerini alır ve kendi filmine ustaca ekler. B tipi istismar filmlerine olan hayranlığını kankası Robert Rodrigez ile ortaklaşa hazırladıkları Grind House projesi ile taçlandırmıştır. Kill Bill anime-manga, kung fu ve spagetti-western türlerinin ve bu türlere ait filmlere yapılan göndermelerin ortaya karışık bir sunumudur. Inglourious Basterds'da ise kafa derisi yüzen kahramanları ile westernlerin olmazsa olmazı kızılderililere gönderme yaparken, fonda 2. Dünya Savaşı ve Hitler'e karşı planlanan bir suikast vardır. Fanatikleri tarafından bulması adeta oyun haline getirilen Tarantino göndermelerinin en meşhurlarını bir kez de burada analım; The Wild Bunch (Vahşi Belde), Game of Death (Ölüm Oyunu), Karete Kid, Dressed To Kill, Once Upon a Time in the West (Bir Zamanlar Batıda), Vanishing Point. Tarantino sadece sevdiği filmlere değil, kendi filmlerine de sık sık göz kırpar. Örneğin Kill Bill’de Gelin’in Tokyo havaalanında önünden geçtiği reklam afişinde yer alan Red Apples sigara markası (uydurulmuş bir markadır) Ucuz Roman’da boksör Butch’ın aldığı sigara markasının aynısıdır. Benzer şekilde Rezervuar Köpekleri’nde karakterlerin sohbeti sırasında ismi geçen oyuncu Pam Grier’i daha sonra çekeceği üçüncü filminde Jackie Brown olarak izleriz. Ölüm Geçirmez’deki kadın oyunculardan birinin cep telefonu müziği Kill Bill’in meşhur ıslığıdır.
Tarantino sinemasının aldığı eleştirilerin odak noktasında filmlerindeki yoğun şiddet yer alır. Filmlerindeki estetize şiddet hakkında yöneltilen eleştirilere verdiği cevaplardan biri şu şekildedir; “Başkalarının bunu (filmlerinde şiddetten söz etmeyi) amaçlamaları anlaşılır bir şey, ama benim amacım bu değil. Eğleniyorum, hepsi bu kadar basit.” Filmlerdeki şiddet kendisine eğlendirici gelse de pek çok eleştirmen ve izleyiciyi rahatsız ettiği de ortadadır. QT filmlerindeki şiddetin rahatsız ediciliği ise nedensiz (Rezervuar Köpekleri’nde Mr. Blonde’un rehin aldıkları polis memurunun kulağını kesmesi), trajikomik (Ucuz Roman’da Vincent Vega’nın sakarlığı yüzünden ateş alan silahın arabanın arka koltuğundaki adamın kafasını patlatması), beklenmedik (Jackie Brown’da Louise’in sinirlenip otoparkta Melanie’yi vurması) ve absürd (Kill Bill’de Gelin’in Çılgın 88’leri tek başına kılıçtan geçirmesi) olmasıyla ilişkilidir. Bütün QT filmleri suç dünyasına ait karakterleri anlatmaktadır ve şiddet bu karakterlerin gündelik hayatının bir parçası, bir rutinidir. Eğer bir soygun, gangster ya da intikam hikayesi anlatıyorsanız şiddete de ucundan kıyısından bulaşmanız kaçınılmazdır. Kaldı ki Rezervuar Köpekleri’ndeki ünlü şiddet sahnesinde yani Mr. Blonde’un –kendisinin Ucuz Roman’daki Vincent Vega’nın kardeşi olduğunu Tarantino sonradan açıklamıştır- “Stuck In The Middle With You” şarkısı eşliğinde kulak kestiği sahnede kulağın kesilme anını görmeyiz. Sahnenin rahatsız ediciliği işkence sırasında Mr. Blonde’un işini (!) büyük bir keyifle yapmasından kaynaklanmaktadır.
Tarantino filmlerindeki şiddet uygulayıcı karakterler gangster, hırsız ya da kiralık katil olmalarına rağmen sıradan insanlar olarak yansıtılırlar. Bir soygun ya da cinayet öncesinde bir şarkı ya da ayak masajı gibi basit şeyler hakkında konuşan, kimi zaman sakar ve beceriksiz kişilerdir. Bir sahnede son derece cool görünen karakterleri (örneğin Rezervuar Köpekleri’nin açılış sahnesinde siyah takım elbiseler içinde yavaş çekim yürürler) bir sonraki sahnede kanlar içinde ağlarken görebiliriz. Sakar ve beceriksiz, kazara vurduğu adamın cesedini ne yapacağını bile bilemeyen gangsterler ya da üç kadından dayak yiyip ağlayan bir katil görmek kuşkusuz seyircinin alışık olduğu bir şey değildir. Dolayısıyla bu karakterlerin uyguladığı şiddet edimi de izleyiciye trajikomik gelecektir. Eleştirmenleri rahatsız eden de şüphesiz şiddete gülüp normal karşılayan insanların hayattaki gerçek şiddete de kayıtsız kalacağı endişesidir. Karakterlerin son derece cool olduğu tek film ise Kill Bill’dir
Filmlerinde şiddeti enine boyuna analiz etmeyen, sadece kaçınılmaz bir olgu olarak sunan Tarantino filmlerdeki şiddetin kendisini eğlendirdiğini ve filmlerinin komedi raflarında yer alması gerektiğini söylüyor. Eski Roma’da gladyatörlerin kanlı dövüşlerinin büyük arenaları dolduran binlerce kişi için bir eğlence kaynağı olduğu düşünülürse Tarantino’nun şiddetin insanlara neden cazip geldiğini çözmüş olabileceğini ileri sürmek çok da iddialı olmayacaktır.  

14 Aralık 2010

Unutulmayan Aşk Filmleri

İnsanlık tarihinin başlangıcından beri üzerinde bu kadar kafa yorulmasına rağmen Aşk’ın ne olduğu ile ilgili kesin, ortak bir tanım henüz bulunamadı. Bununla birlikte hem bilimsel hem sanatsal perspektiften aşka ve aşkın karmaşık doğasına dair hemen her gün yeni bir şeyler söylenmekte. Bilim adamları aşkı hormonlarla ve genlerle açıklamaya çalışadursun; aşk, kendisine atfedilen bütün yüce ve ideal özellikleri sanat dallarına borçlu gözüküyor. Özellikle 7. sanat sinema, diğer sanat türlerine kıyasla daha popüler ve daha kitlesel yapısıyla aşkın temsilinde önemli rol oynamakta. Romantik, imkânsız, yasak, karşılıksız ve hatta ölümsüz aşklar beyaz perdeye her yansıdığında kendisine geniş bir izleyici kitlesi bulmayı ve klasik filmler listesine girmeyi başarmıştır. Tüm zamanların en başarılı filmlerine baktığımızda ister ön planda, ister fonda olsun aşk teması karşımıza çıkar.
Unutulmaz aşk filmleri deyince akla ilk gelen örneklerden biri Rüzgâr Gibi Geçti (Gone With the Wind)’dir. Dokuz dalda Oscar sahibi, 1939 yapımı filmin senaryosu Margeret Mitchel’ın Pulitzer ödüllü aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Yönetmenliğini Victor Fleming’in yaptığı, başrollerini Vivian Leigh ve Clark Gable’ın üstlendikleri Rüzgar Gibi Geçti, fona Amerikan Kuzey-Güney savaşını alarak, Scarlett O’hara ile Rhett Butler’ın tutkulu aşkını anlatır. Çiftlik sahibi zengin ailesinin yanında tek derdi erkekleri etkilemek olan, şımarık ve güzel Scarlett’in sorumsuz hayatı, hükümet ile köleliği kaldırmak isteyen devrimci güçler arasında çıkan iç savaşla birden değişir. Bu arada, sevdiği erkek başkasıyla evlenmiş, ona inat evlendiği kocası ise savaşta ölmüştür.  İç savaş sırasında yıkımı, sefaleti, açlığı, acıyı ve ölümü tadan Scarlett, tüm bu yıllar boyu karşılıksız bir aşkın peşinde koşarken; ilk tanıştıkları andan itibaren her bir araya geldiklerinde aralarında güçlü elektriklenmelerin yaşandığı, kendini beğenmiş, asi ve fırsat düşkünü Rhett’in aşkını ise görmezden gelecektir. Sonunda bir araya gelen bu iki ateşli ve bencil insanın birlikteliği ise iç savaşın etkilerinden bile daha derin yaralar açacaktır.   
Arka planında yine bir savaşın, ama bu kez II. Dünya Savaşının yer aldığı bir başka klasik aşk filmi de 1942 tarihli Casablanca’dır. Michael Curtiz’in yönettiği, Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ın başrol oynadığı "Casablanca", En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında Oscar’la taçlandırıldı. Çek direniş örgütünün lideri Victor Lazlow, Alman konsantrasyon kampından kaçarak Casablanca'ya gelir. Amacı Lizbon'a, oradan da Amerika'ya firar etmektir. Tek umudu kaçış için gerekli olan pasaportlara sahip tek kişi olan, Casablanca'nın en meşhur gece kulübünün sahibi Rick'tir. Öte yandan Rick'in, karşısına büyük bir ikilem dikilir. Çünkü Victor'un karısı Ilsa, Rick'in bir zamanlar birlikte olduğu ve hala unutamadığı büyük aşkının ta kendisidir. Casablanca, anlattığı umutsuz aşk hikâyesi kadar, Sam rolündeki Dooley Wilson'ın harika yorumuyla dinlediğimiz "As Time Goes By" şarkısı ve aslında filmde yer almayan “tekrar çal Sam” (play it again Sam) repliği ile de sinema klasikleri arasına girmiştir.
Ünlü müzikal Batı Yakasının Hikâyesi’nin (West Side Story) kahramanları da başka bir savaşın, birbirine düşman iki sokak çetesi arasındaki savaşın ortasında kalmışlardır. 1961 yapımı, bol Oscar’lı filmin yönetmeni Robert Wise, başrol oyuncuları Natalie Wood ve Richard Beymer’dir. New York’un Batı Yaka’sında geçen hikayede, Porto Rico’lu göçmenlerin çetesi ‘Shark’larla beyaz Amerikalıların çetesi ‘Jet’lerin arasındaki yoğun nefretten, Porto Rico’lu Maria ve beyaz Amerikalı Tony arasındaki derin aşka kadar her tür duygunun dans ve müzikle perdeye yansıtılışını izleriz. Aşkın nefrete ve engellere rağmen yaşayabileceği mesajı filmin acıklı finalinde Tony ve Maria’nın birbirine söylediği sözlere yansır: “Dünyada bizim sevgimizi kabul edecek, bizim için bir yer mutlaka olmalı. Yaşamak için yeni bir yol, affetmek için yeni bir yol bulmalıyız. Bir gün, bir şekilde, bir yerde... Te adoro Anton. (Seni seviyorum Anton)”
Klasik aşk filmlerinden bahsederken hiç şüphesiz Aşk Hikâyesi’ni (Love Story) es geçmek olmaz. Yönetmen koltuğunda Arthur Miller’ın oturduğu 1971 tarihli unutulmaz filmin umutsuz iki aşığını Ali MacGraw ve Ryan O'Neal canlandırmıştır. Hikâye Yeşilçam melodramlarını andıracak kadar basittir aslında, zengin çocuk fakir kıza âşık olur, her türlü itiraza rağmen evlenirler, ancak amansız bir hastalık ikisini ayıracaktır. Hafızalardan silinmeyen final sahnesi ve Oscar ödüllü müziğiyle izleyenleri gözyaşlarına boğan Aşk Hikâyesi kült film statüsüne erişmiştir.
Zengin erkek – fakir kız temalı en bilindik örneklerden bir diğeri de modern bir Külkedisi öyküsü olan 1990 yapımı Özel Bir Kadın (Pretty Woman)’dır. Julia Roberts’ın genş bir hayran kitlesine sahip olmasında önemli payı olan film, ünlü aktriste ayrıca “en iyi kadın oyuncu” dalında Oscar da kazandırdı. Garry Marshall’ın yönettiği filmin esas oğlanı ise Richard Gere. Film, zengin ve yalnız iş adamı Edward ile sokak fahişesi Vivian arasındaki, Edward’ın Los Angeles’da kalacağı bir hafta boyunca sürmesi konusunda anlaştıkları ilişkinin, zamanla aşka dönüşmesini konu alıyor. Vivian her zamanki hayatından bambaşka bir dünyaya geçerken, hem gerçek aşkla tanışır hem de masallardaki mucizelerin gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini anlamaya çalışır.
Aynı yıl gösterime giren bir başka unutulmaz aşk filmi de Hayalet (Ghost)’tir. Jerry Zucker’ın yönettiği filmde Sam ve Molly’i canlandıran Patrick Swayze ve Demi Moore ölümsüz bir portre çizerler. Mutlu bir beraberlikleri olan Sam ve Molly çiftinin aşkları, Sam’in bir sokak serseri tarafından bıçaklanarak öldürülmesiyle başka bir biçim kazanır. Başka bir biçimden kastedilen, yaşayanların dünyasından ayrılmak istemeyen Sam’in her şeyi görüp duyabilen ve duvarlardan geçebilen bir hayalet olarak canlılarla ölülerin dünyası arasında bir boyuta geçmesidir. Canlı insanlarla, özellikle de Molly ile iletişime geçmesinin tek yolu ise Whoopi Goldberg’in Oscarlık bir performansla canlandırdığı sıra dışı medyum Oda Mae’dir.  Savaş, nefret, para ya da hastalık değil, bizzat ölümün ta kendisinin engel olarak aşkın karşına dikildiği Hayalet’in sinema tarihine geçen sahnesi ise The Righteous Brothers’ın romantik şarkısı Unchained Melody eşliğinde Sam ve Molly’nin birlikte vazo yaptığı sahnedir kuşkusuz.
Melekler Şehri (City of Angels) de âşıklardan birinin yine başka bir dünyaya ait olduğu bir diğer filmdir. Tek farkla, bu kez karşımızda bir hayalet değil, bir melek vardır. Yönetmen koltuğunda Brad Silberling’in oturduğu filmin başrol oyuncuları romantik komedilerin sevimli yüzü Meg Ryan ve karizmatik aktör Nicolas Cage’dir. Film adına uygun şekilde Los Angeles’da geçer. Bir hastasını ameliyat masasında kaybeden doktor Maggie, o sırada ameliyathanede bulunan ve şehrin üzerinde gezen meleklerden biri olan Seth’in dikkatini çeker. Seth, gizemli bir yabancı olarak Maggie’nin karşısına çıkmaya karar verir ve imkansız aşk başlar. Maggie ile birlikte olmak için meleklikten vazgeçmeye karar veren Seth yine de kaderi yenemeyecektir. Melekler Şehri, aşk uğruna, sahip olunan her şeyden vazgeçmeye ve kadere inanmaya dair en güzel hikâyelerden biriyle gözyaşları eşliğinden sinema salonundan uğurlar izleyenleri.  

Klasik aşk filmlerinden farklı, ancak bir o kadar etkileyici, hikayesinde şimdiye kadar üzerinde durulan filmlerdeki gibi aşıklar arasında olağanüstü engellerin bulunmadığı 2004 yapımı Sil Baştan aşkı o kadar yalın ve dürüst bir şekilde anlatır ki önünde şapka çıkartmak gerekir. Michael Gondry’nin yönettiği filmin orijinal ismi olan Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Lekesiz Zihnin Sonsuz Işığı) Alexander Pope’un bir şiirinin bir bölümünden alınmıştır. Komedi filmlerinin başarılı oyuncusu Jim Carey bu filmde belki de hayatındaki en başarılı performansını sergiler. Kate Winslet ise ünlü melodram Titanik’teki rolünden daha kalıcı bir karakter yaratmıştır.  Birbirine tamamen zıt karakterlerdeki Joel ve Clementine yollarını ayırmışlardır. Joel barışmak için Clementine’nın karşısına çıktığında genç kadının kendisine tamamen yabancı biri gibi davranmasına anlam veremez. Aklına estiğini yapan Clementine’nın Lacuna adlı bir şirketle anlaşıp kendisini hafızasından sildirdiğini öğrendiğinde ise aynı işlem için Lacuna’ya başvurur. Ancak hafıza silme işlemi sırasında tekrar gözünün önünden geçen hatıralardan vazgeçemeyeceğini anlar, uykuda olduğu için işleme müdahale edemez ve zihninin içinde Clementine’i saklayacağı bir yer bulmaya çalışır.  Acı veren anıları sonsuza kadar unutmak hiç şüphesiz herkesin hayalidir, ancak Sil Baştan’ı izledikten sonra hayatımızda iyi olduğu kadar kötü anların da yaşanması gerektiğini, yaşanmamış olmasını istediğimiz anılardan kurtulduğumuzda rahatlayacağımızı sanmanın kendini kandırmaktan başka bir şey olmadığını anlıyoruz.
Sinema tarihinin unutulmaz aşk filmleri şimdiye kadar saydıklarımızla bitmiyor elbette. Akla gelen ilk ve en güzel örneklerden bir seçme yapmaya çalıştım sadece. Hemen hemen hepsinde ortak özellik, aşkın büyük engellere rağmen yaşayabilmesi, hatta belki de sırf bu engeller sayesinde daha da güçlenmesi ve romantik-komedi haricindeki klasik aşk filmlerinin finalinde aşıkların ya ölüm ya da başka bir engel nedeniyle ayrılması olarak düşünülebilir. Belki de bu yüzden unutulmaz olarak nitelendirilirler. Şair Aragon’un dediği gibi mutlu aşk yoktur. Mutlu aşk filmi de.

8 Aralık 2010

Trailer: Black Swan

    Aronofsky'nin son filmi Black Swan'ın fragmanı merakla beklediğim film için duyduğum heyecanı iyice arttırıyor.

Arzu Tramvayı Üzerine Feminist Bir Eleştiri



not: bu yazı filmin sonuyla ilgili gelişmeleri ele vermektedir.

Tenesse Williams’ın 1947 yılında yazdığı ve Broadway’de büyük bir başarı kazanan Pulitzer ödüllü oyunu Arzu Tramvayı, 1951 yılında Elia Kazan tarafından beyazperdeye aktarıldı. Başrollerinde Marlon Brando ve Vivien Leigh oynadığı film, ölen eşinin ardından ailesinden miras kalan toprağı elinden kaptıran Blanche`ın kardeşi Stella`nın yanına taşınması ve orada yaşadığı gerilimi anlatır.    
Aile topraklarını kaybetmiş olan Blanche New Orleans’ta yaşayana kız kardeşi Stella’nın yanına gelir. İki kız kardeş de aristokrat bir aileden gelmektedirler. Blance edebiyat öğretmenidir. Ancak Stella işçi sınıfından birisiyle evlenmiş, işçi mahallesinde tek yatak odalı bir evde yaşamaktadır. Stella kız kardeşini büyük bir sevinç ve konukseverlikle karşılar ancak kocası Stanley Blanche’ın gelişinden hiç hoşnut olmamıştır. Eşini kaybetmiş olan Blanche’ın sürekli geçmişini araştırır, genç kadına kötü davranır. Blanche, Stanley’nin arkadaşlarından biri olan Mitch ile yakınlaşır. Mitch kibar ve duygusal bir erkektir. Blanche’a aşık olmuştur ancak Stanley ve diğer arkdaşlarının Blanche’ın geçmişi hakkındaki sözleri yüzünden ondan uzaklaşır. Blanche ve Stanley arasındaki tartışmalardan birinde Blanche kırık bir şişeyle Stanley’e saldırır, ancak onun tarafından tecavüze uğrar. Filmin sonunda Blanche bir dokturun kolunda akıl hastanesine götürülür.             
Filmin başında New Orleans’a gelen Blanche’ın Arzu Tramvayı’na binip, Mezarlıklar Bölgesi’ne gitmek istediğini öğreniriz. Blanche`ın bu yolculuğu onun öyküsünün bir metaforudur. Arzulu ve genç bir kızken, zaman içerisinde yaşadığı hüsranlarla mezarlığa doğru yaklaşan yalnız bir kadın haline gelmiştir.
Filmde belirgin olarak görülen ikili karşıtlıklar şu şekildedir: Kadın / Erkek, Aristokrat sınıf / İşçi sınıfı, Çalışan kadın / Ev kadını, Hayal / Gerçek, Kırılgan / Sert, Kibar / Kaba, Medeni / Vahşi, Arzu / Ölüm                  
Filmde dört ana karakter vardır; Blanche, Stanley, Stella ve Mitch. İkili karşıtlıkların ilki bu karakterler arasındadır. Blanche dışarıdan gelendir, yabancıdır. Blanche bir yandan hayalperestliği, kültürü, zerafeti, saflığı ve güzellik sevgisini temsil eder, öte yandan sahtekarlığı, fanteziyi, zayıflığı ve çirkin gerçeğin reddedilmesini içinde taşır. Blanche DeBois ismi Fransızca “Beyaz Orman” anlamına gelmektedir. Bir sahnede söylediği “I do not want realism. I want Magic” (Gerçekçilik istemiyorum, sihir istiyorum) sözleri onun hayalperestliğine işaret eder. Blanche’ın kendi hayal dünyası ile gerçek dünya arasında da bir karşıtlık vardır.
Stella ise kız kardeşinin tersine büyük ideallere sahip değildir, elindekilerle yetinmeyi bilir, kocasına hayrandır ve onun tarafından bastırılmıştır. Ne yaparsa yapsın affetmeye hazırdır. Kocasının saldırgan davranışlarını normal bir şekilde, gülerek ve biraz da övünerek anlatır. Hatta bu hareketlerin kendisini heyecanlandırdığını söyler. Film boyunca pek çok kere kardeşi ve kocası arasındaki mücadelenin nesnesi olur. Stanley’in Blanche’a karşı takındığı düşmanca tavırlara karşı kız kardeşini korumak ister, ancak filmin sonunda kocasının tarafında olacaktır, hem kocasının karşısında zayıftır hem de hamiledir ve başka seçeneği yoktur.
Stanley ham fizikselliği, baskıcı kimliği, kişinin öz çıkarlarını ve mülkiyet hırsını temsil eder. Kavgacı, kaba ve maçodur, karısına el kaldırmaktan çekinmez. İkinci resimde Stella’yı dövdükten sonra ondan af dilerken gördüğümüz Stanley üzerindeki yırtık t-shirtüyle adeta bir orman adamını andırmaktadır.
Stanley, Blanche’ı geldiği ilk günden beri evde istememektedir ve bu yüzden ona kötü davranır. Bavulunu karıştırır, sorgular, geçmişini araştırır. Blanche ve Stanley arasındaki çekişme boyunca Blanche’ın yönelttiği hakaretler ve eleştiriler ona bir ayna tutar. Aynadaki kaba, sert ve maço kişiliği aslında Stanley de pek beğenmez. Stanley, Blanche sayesinde kendine dışarıdan bakabiliyordur ve kendini dışarıdan görmek, rahatsız edici olduğu kadar, onun kendisine bu farklı duyguları hissettirene karşı bir arzu beslemesini sağlar. Stanley`in Blanche`ı kontrol altına almak istemesinin bir nedeni de budur. Stella`nın hamile olması da Blanche`a yöneltilen arzunun bir nedeni olabilir.
Stanley’e karşıt olarak ise başka bir erkek kahraman Mitch karşımıza çıkar. Hala annesiyle yaşamaktadır, kibardır, duygusaldır ve centilmendir, Blanche’dan etkilenir. Ancak pasiftir, annesi ve arkadaşları Mitch`in kararlarını etkileyerek onun üzerinde bir baskı odağı oluştururlar.
Blanche, Mitch`le olan ilişkisinde, gölgede kalmaya mahkumdur. Işıkları kapatır, her zaman karanlıkta buluşmalar ayarlar. Bunun nedeni, ilerleyen yaşını gizlemek istemesidir. Yaşı konusunda söylemiştir. Aslında 30 yaşındadır, günümüzde rahatlıkla genç denecek bir yaşta olmasına rağmen, filmin çekildiği tarihsel dönemde bir kadının 30 yaşında olması erkekler tarafından arzulanmasını engellemektedir. Blanche “Beni arzu etmesine yetecek kadar kandırmaya devam edeceğim” der. Böylece, Mitch de farkında olmaksızın Blanche’ı konumlandırmış olur. Ancak, Blanche, Mitch`le olan ilişkisini, kendisine yönelen arzunun kaynağı olan bedeni yüzünden değil, ötekilerin bakışı yüzünden kaybedecektir. Çünkü, geçmişi peşini bırakmaz ve geçmişte yaşadıkları bugün için belirleyici olacak, Stanley`in planına yardımcı olacaktır. Blanche`ın sevgisini Mitch`e ispatlayamaması ve dayanamayıp yaşadıklarını dışavurması, hakkında dolaşan sözel gerçeklerden dolayıdır.  
Filmde kadına yönelik şiddetin yer aldığı üç önemli sahne vardır; Stanley’in Stella’yı dövdüğü sahne, üst kattaki komşunun eşini dövdüğü sahne ve son olarak da Stanley’nin Blanche’a tecavüz ettiği sahne. Ancak filmde tecavüz olayı son derece muğlaktır. Hatta Blance’in hastaneye gitmesine sebep olan deliliği bile bu muğlaklık yüzünden havada kalır.  Koluna girdiği doktora, kendi yönelimini en açık belirten cümleyi söyleyen Blanche, aslında iyi niyetlerine sığındığı erkek egemen bakış açısının "katı ve hoşgörüsüz" ahlaki buyurganlığı ve baskıları yüzünden içinde bulunduğu durumdadır. “Kim olursanız olun. Ben her zaman yabancıların iyi niyetlerine sığınırım.” Blanche'ın bu repliği, hala umutsuzca aradığı o zarafeti, içindeki o koca boşluğu bastırmak için yabancılara yanaşmasını, her yanaşmasında daha da batmasını, daha aşağılanmasını ve Stanley'in de üzerine çullanmasıyla tamamen kendini kaybetmesini özetler niteliktedir.
Arzu Tramvayı, yasemin kokusunun cazibesine kapılacak erkeklerden olmayan Stanley ile Blanche'ın aslında çoktan darmadağın olmuş o dantellerle bezeli, zarif, kırılgan dünyasının savaşını, Stella'nın vahşi çekiciliğe olan zaafını, etrafta yaşanan bütün ilişkilerin şehvet ve şiddet ekseninde sürüp gitmesini, dar sokaklarında arzu isimli tramvayın dolaştığı boğucu, kasvetli bir şehir tasviri eşliğinde etkileyici bir şekilde anlatmaktadır.
Kuralları erkeklerce belirlenmiş düzene direnen Blanche yeni bir hayata başlamak için geldiği şehirde, erkek egemen başka bir hayatla karşılaşmıştır. Geçmişindeki hayal kırıklıkları ve kız kardeşinin yanındaki sığıntı yaşantısından kurtulmak için çareyi de yine bir erkekte, Mitch’de arar. Onu elde edebilmek için bir süre bu düzenin kurallarına uymayı bile kabul etse de, baskılar yüzünden patlak verir. Bu noktada ise erkek şiddetinden kaçamayacak ve çareyi aklın kurallarını reddedip, deliliğe ve yine bir erkeğe, meslek olarak da başka bir otorite figürü olan doktora sığınmakta bulacaktır. Filmin kurduğu anlatıda erkek egemen düzenin kurallarından kaçış yoktur, böyle bir niyet derhal cezalandırılır, bu kaçış olsa olsa deliliğe sığınmakla mümkündür. Ancak böyle bir durumda bile erkek egemen düzen kadını ıslah etmek için hemen kolları sıvar.
Arzu Tramvayı’nı incelerken son olarak, filme uygulanan sansürlerden bahsetmek gereklidir. Oyunun orijinalinde Blance’ın ölen eşi homoseksüeldir ve bu yüzden intihar etmiştir. 60 yıl öncesindeki sosyal ve toplumsal yapı ve önyargılar düşünüldüğünde, bir tiyatro oyununda eşcinsellik, kadının erkek kurallarının egemen olduğu bir dünyaya direnmesi, tecavüz gibi konular cesur bir şekilde ele alınmışken, filmde eşcinsellik konusu tamamen atlanmış, Blanche’ın Stanley tarafından tecavüze uğraması ise son derece üstü kapalı biçimde geçilmiştir. Oyunun sonunda Stella her şeye rağmen kocasının yanında kalmayı seçer, filmin sonunda ise Stella kocasını terk eder ve böylece erkek cezalandırılmış olur.

7 Aralık 2010

İntikam Sıcak Yenen Bir Börektir


             İnsanlığın tarihi kadar eskidir intikam, kimi zaman motive edici, kimi  zaman yıkıcıdır. Kinle, nefretle beslenir. Sabır, zeka ve incelikli bir plan gerektirir. Bu özelliklerinden ötürü de sinemanın favori temalarından biri olması kaçınılmazdır. Olay örgüsünde önce yalnız ve gizemli karakterle tanışır, sonra onun trajik geçmişini öğrenir, içimizde filizlenen sempati hisleriyle birlikte onunla özdeşim kurarız. Bu formül alınması gerekli intikamı haklı ve geçerli bir zemine oturtmak için gereklidir. Yakın dönemdeki popüler intikam filmleri arasında Kill Bill Vol 1&2, The Crow, Monte Kristo Kontu, Memento, Gladyatör, İçindeki Yabancı, Dönüş Yok, Bir Zamanlar Meksika’da, Chan-wook Park'ın intikam üçlemesi;  Sympathy For Mr.Vengeance, Oldboy, Sympathy For Lady Vengeance gibi filmleri sayabiliriz. Bu kervana dail olan filmlerden biri de Sweeney Todd: Fleet Sokağı’nın Şeytan Berberi. Filmin sloganı “Asla unutma. Asla affetme.”
Sweeney Todd, Karındeşen Jack’ten sonra Londra’nın ikinci ünlü seri katilidir. Kendisinin 18.yy. Londra’sında gerçekten yaşamış ve 160 kişinin ölümünden sorumlu olduğu iddia edilmektedir. Efsaneye göre, Todd müşterilerinin boğazını berber koltuğunda oturdukları sırada keser ve kanlı cesetlerini de hazırladığı düzenekle aşağıdaki bodruma atar. Cesetler burada Todd’un suç ortağı olan dul Bayan Lovett tarafından parçalanarak etli böreklerin içine konur ve bu enfes börekler halk arasında oldukça popüler olur. Bu tüyler ürpertici hikaye yıllar içerisinde pek çok tiyatro ve müzikale ilham kaynağı oldu. Sinema versiyonu ise Tim Burton gibi bir ustanın elinden çıktı. Sweeney Todd Burton’ın favori oyuncusu Johnny Depp, Bayan Lovett ise Helena Bonham Carter tarafından canlandırıldı.
Müzikalin ve dolayısıyla filmin çıkış noktasına efsaneden farklı olarak bir intikam öyküsü yerleştirilmiştir. 15 yıl aradan sonra Londra’ya geri dönen Benjamin Barker, kendisini haksız yere hapse gönderen ve sonrasında da karısına tecavüz eden Yargıç Turpin’i öldürmek için intikam yemini eder ve Sweeney Todd kimliğine bürünerek Bayan Lovett’ın pastanesinin üzerindeki, eskiden kendine ait olan berber dükkanını tekrar hizmete (?) açar. Ancak yargıçtan alacağı intikam geciktikçe öfkesini diğer insanlara yöneltecektir. Arka planda endüstri devriminin başındaki karanlık ve kasvetli Londra, sınıflar arasındaki derin uçurumu, adaletsizliği, dilencileri, dolandırıcıları, arka sokaklarındaki fakirliği ile çürümüşlüğün kalesi gibidir. Yargıç Turpin de bu kokuşmuş sistemin basit bir üyesinden başka bir şey değildir aslında. Sweeney farkındadır belki de bunun, o yüzden büyük gün gelene kadar aslında O’na göre masum olmayan insanları tek tek öldürecek ve Bayan Lovett’la birlikte böreklere koydukları insan etiyle besleyecektir diğer insanları. “They all deserve to die/Tell you why, Mrs. Lovett, tell you why/Because in all of the whole human race Mrs. Lovett there are two kinds of men and only two/There's the one staying put in his proper place and one with his foot in the other one's face”  Dediğim gibi Sweeney Todd basit bir kişisel intikam hikayesi değildir. Todd’un içi her şeye karşı sadece katıksız bir öfkeyle doludur ve öfkesinin hedefi, Yargıç Turpin’in kendisini işlemediği bir suçtan dolayı hapse gönderebilmesine göz yuman, küçücük bir çocuğu idam sehpasına gönderen, fakirlik, yolsuzluk ve yozlaşma üçgenindeki sistemdir. Ancak bu yıkıcı ve yakıcı nefretinin sonuçta kendisine de dönmesi kaçınılmazdır. Yargıç Turpin’i öldürdükten sonra bile normal hayatına dönebilecek midir, filmin sonunda bunu öğrenemiyoruz ama kişisel görüşüm bunun pek mümkün olmadığı yönünde.
Filmin hiç kuşkusuz tek trajik karakteri Sweeney değildir, Bayan Lovett da en az onun  kadar gizemli ve hüzünlüdür. Sweeney’le suç ortağı olmasının arkasında 15 yıl öncesinden beri ona duyduğu karşılıksız aşk yatmaktadır. Sweeney’den farklı olarak dışa dönük ve pratik zekalıdır. Gözü intikamdan başka bir şey görmeyen Sweeney tarafından umursanmasa da anaç bir tavırla çevresinde pervane olur.
Öyküsünün ve kahramanlarının karanlığıyla paralel olarak renklerden arınmış, neredeyse siyah beyaz bir film izleriz iki saat boyunca. Güneş ışığını gördüğümüz iki sahne vardır; Benjamin Barker ve ailesinin mutlu günlerini gösteren flashback sahnesi ile Bayan Lovett’ın hayal kurduğu sahne. Kasvetli, karanlık ve bol kontrastlı filmdeki tek canlı renk ise Sweeney Todd’un usturasından damlayan, kurbanlarının boğazından fışkıran kanın rengidir; kırmızı. Kanlı sahneler hiç çekinmeden gösterilmiştir, Todd gözünü kırpmadan ortalığı kan gölüne çevirir.
Fiziksel ya da psikolojik özellikleri nedeniyle toplum dışına itilmiş, yalnız, gizemli, acınası karakterlerin öyküsü Tim Burton’ın favori temasıdır. Bu durumda Sweeney Todd’un kamera arkasında onun olması sürpriz değildir. Hatta karanlık ve gotik atmosferler yaratmadaki başarısı düşünülünce başka kim daha uygun olurdu bilemiyorum. Filmi şimdiye kadar izlememiş olanların ve müzikal sevmeyenlerin filmin büyük çoğunluğunu müzikal sahnelerin oluşturduğunu bilmelerinde fayda var, özellikle de en can alıcı diyalogların şarkı eşliğinde yapıldığını göz önüne alırsak. Yine de filmi izleyen herkesin hem görsel hem de işitsel açıdan unutulmaz bir deneyim yaşayacaklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

“I can guarantee the closest shave you'll ever know”  

Sweeney Todd

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...