Kadınlar tarihin başlangıcından beri tehlikeli ve kötücül görüldüler. Ne de olsa Adem’in cennetten kovulmasına neden olan bir kadındı. Sebep ne olursa olsun kadının ikincil bir konuma yerleştirilmesi, çoğu zaman yok sayılması ve hatta tehlikeli görülerek yok edilmesi tarihin tanık olduğu gerçek olaylardır. Kadının zekasını ve cinselliğini bastırmaya çalışan ve bunun din adına olduğunu savunan erkekler tarafından yakılan, taşlanan, acımasızca öldürülen kısacası bir nevi cadı avına uğrayan kadınların gerçek ya da kurmaca hikayelerini sinemada izlemek ise başlı başına sarsıcı bir deneyim. Aklıma gelen ilk örnekleri aşağıda paylaşıyorum. Fırsat bulursanız mutlaka izlemenizi önerdiğim bu filmlerde coğrafya ya da tarih değişse de hala değişmeyen şeyler olduğunu göreceksiniz.
The Messenger: The Story of Joan of Arc (1999) – Yönetmen: Luc Besson
Fransızlar için önemli bir sembol olan Jeanne d’Arc’ın sinema uyarlaması görkemli savaş sahneleri ve yıldız oyuncularıyla epik bir hikaye anlatıyordu. Bilmeyenler için söyleyelim Jeanne d’Arc’ın Yüzyıl Savaşları’nda ülkesi Fransa’yı istilacılara karşı koruduğuna ve Orleans’ta ordunun başına geçip İngilizleri hezimete uğrattığına inanılıyor. Tüm bunları yaparken henüz 17 yaşında olan Jeanne d’Arc erkek kıyafetleri giyiyordu çünkü emrindeki askerler genç bir kızdan emir almayı hoş karşılamıyordu. Savaş sırasındaki etkisi Fransa Kralı’nı bile gölgede bırakınca Jeanne İngilizlere satıldı. İngilizler de genç kızı cadılık ve kafirlik suçlamalarıyla kilise mahkemesinde idama mahkum ettiler. Jeanne d’Arc 30 Mayıs 1431’de Rouen meydanında diri diri yakıldı.
Agora (2009) – Yönetmen: Alejandro Amanabar
İspanyol yönetmen Amenabar tarafından çekilen bu film de gerçek bir tarihi karakteri, İskenderiyeli Hypatia’nın hayatını konu alıyor. Hypatia felsefe, matematik ve astronomi alanında dersler veren, politika alanında da etkili bir kadın olarak yaşadığı dönemin yegane bilim insanı olarak bilinmektedir. Çeşitli kaynaklarda son derece güzel olduğu belirtilen Hypatia bilimsel çalışmalarının kısıtlanmaması için hiç evlenmemiştir. Ancak söz konusu dönem aynı zamanda Hıristiyanların önce paganlarla sonra da Yahudilerle kanlı çatışmalarına da sahne olmuştur. İskenderiye kütüphanesinin de bu çatışmalar esnasında Hıristiyanlarca yakıldığı tarihin notları arasında. Hypatia’nın da bu yobazlıktan nasibini alması ne yazık ki gecikmemiş. Başrahip tarafından kışkırtılan bir grup, “cadı”lıkla suçlanan Hypatia’yı parçalayarak öldürür.
Rosa Luxemburg (1989) – Yönetmen: Margarethe von Trotta
1871 – 1919 yılları arasında yaşamış olan Rosa Luxemburg, Marksist, gazeteci ve devrimci bir teorisyendir. Kızıl Rosa lakaplı Rosa Luxemburg, Spartakistler olarak bilinen grubun lideri olarak Red Flag isimli bir gazete kurmuş, çeşitli hapis cezalarına rağmen yılmamış, Avrupa’da komünizmin önemli bir sembolü haline gelmiştir. Tutuklandıktan sonra Freikorps birlikleri tarafından ölünceye kadar dövülen Rosa Luxemburg’un cesedi Landwehr kanalına atılmıştır. Kendisinin hayatını anlatan 1989 tarihli filmin Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu dalında ödüllendirildiğini de bir dip not olarak belirtelim.
Vurun Kahpeye (1973) – Yönetmen: Halit Refiğ
Sırada bizden bir örnek var. Halide Edip Adıvar’ın aynı isimli romanından uyarlanan film daha önce 1949’da Ömer Lütfü Akad tarafından ve 1964 yılında da yönetmen Orhan Aksoy tarafından beyazperdeye aktarılmıştı. Ülkenin işgal altında olduğu dönemde geçen filmde İstanbullu yeni mezun, idealist öğretmen Aliye’nin atandığı Anadolu kasabasında yaşadıklarını izliyoruz. Milli mücadeleye katılan Aliye bir yandan da öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmek için uğraşmaktadır. Ancak Hoca Fettah Efendi gibi gericilerin iftiralarına uğrayarak linç edilir.
Sokoote Beine Do Fekr / Silence Between Two Thoughts (2003) – Yönetmen: Babak Payami
23. Uluslararası Film Festivali programından alınan film özetini aynen aktarıyorum: Bir bakireyi idam ederseniz cennete gider, bir suçlu ise cehenneme. Bu cümle, köktenciliğe tüm biçimleriyle ve baştan sona karşı çıkan bu cesur filmin çıkış noktası. Adı belirtilmeyen bir ülkede, küçük bir çöl köyünde, genç cellat, yobaz din adamı Hacı'nın emriyle üç kadını idam etmektedir. İlk ikisi vurulduktan sonra, durması söylenir, çünkü Hacı, genç bakire kızı bu "saf" haliyle idam etmenin onu cennete göndereceği kanısındadır. Bunun yerine cellada kızla evlenmesini, onun bekaretini bozmasını ve ancak bu iş görüldükten sonra onu öldürmesini emreder, böylece kız idamdan sonra cehenneme gidecektir. Celladın inanç krizinin başlangıcıdır bu. Şüpheye kapılmış halde, evine yerleşen mahkûm kıza hiç elini sürmez. Celladın dünyası yavaş yavaş ve kaçınılmaz bir şekilde yıkılmaya başlar. Bu arada, iktidara aç Hacı oralı bir dindar kişi olan Müezzin'i öldürtmek için adamlarını yollayınca, köylüler isyan eder…
İran hükümetinin bu filme el koyduğunu ve yönetmen Babak Payami’nin de film yüzünden kısa bir süre hapis yattığını ekleyelim.
The Stoning of Soraya M. (2009) – Yönetmen: Cyrus Nowrasteh
İran’ın küçük bir köyünde zina yapmakla suçlanan masum bir kadının, köyün erkekleri tarafından taşlanarak öldürülme olayından esinlenilerek çekilen film, şeriat kanunlarının hüküm sürdüğü bir coğrafyada sıklıkla karşılaşılan bir cezaya “recm”e odaklanıyor. Freidoune Sahebjam’ın 1994 yılında yayınlanan aynı isimdeki romanından uyarlanan filmin oldukça iç burkucu olduğunu söylemek gerekiyor. Filmin çekimleri “sakıncalı” içeriğinden ötürü Ürdün’de gerçekleştirilmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.