Bu yazıya başlamadan önce hemen
söyleyim; Woody Allen filmlerinin koyu bir hayranıyım. Dolayısıyla birazdan
okuyacaklarınız –zaten bu blogtaki hiçbir postta tarafsızlık iddiam olmamakla
birlikte- fazlasıyla sübjektif olabilir. Peki Woody Allen filmlerinin nesini bu
kadar çok seviyorum? Öncelikle kendisiyle dalga geçmesini. Başrolde kendisi oynasın
ya da oynamasın nevrotik, biraz şapşal, obsesif ve içe dönük ana
karakterleriyle aslında her zaman gerçek Woody Allen’ı izliyormuşuz gibi
hissederim ve kendisiyle böyle rahat dalga geçtiği için de hayran olurum. Kesinlikle
çok keskin bir zekanın ürünü oldukları belli olan filmlerindeki mizah, ince
alay, kimi zaman absürt bir biçimde gelişen olaylar ve eleştiri oklarını
sakınmadan sapladığı diğer karakterler de bir Woody Allen filminin güzellikleri
arasındadır. Midnight in Paris’te ise bu saydıklarımın hepsi ve hatta daha
fazlası var.
Paris’e bir güzelleme olarak
nitelendirilebilecek film bunu doğrularcasına eşsiz Paris görüntüleri ve ana
karakter Gil’in ağzından Paris övgüleri ile dolu. Sağır sultanın bile bildiği
üzere bir New York aşığı olan Woody Allen’ın yaşamak istediği ikinci şehrin
Paris olduğunu bilenler için bu durum pek şaşırtıcı gelmiyor tabi (Bilmeyenler
de şimdi öğrenmiş oldu). Gil, bir yazar. Nişanlısı Inez ve onun ailesiyle
birlikte Paris’te tatildeler. Daha filmin başlarında Gil ve Inez’in zıt zevklerini
öğreniyor, aslında farklı dünyalara ait olduklarını fark ediyor ve nasıl olup
da evlenmeye karar verdiklerine anlam veremiyoruz. Bu belki de filmin tek
zorlama duran kısmı. Ama o kadar kusur kadı kızında da olur deyip görmezden
gelebiliriz.
Bu kadar övdükten sonra yine de
dürüst olmak gerekirse Midnight in Paris’te, Woody Allen’ın daha eski (başrolünde
kendisinin olduğu diyelim) filmlerinde rastladığımız keskin eleştirilere pek rastlamıyoruz.
İçi boş entelektüellere, Cumhuriyetçilere ve gösteriş meraklılarına karşı hoş
iğnelemeler mevcut gerçi ama o meşhur Woody Allen hınzırlığında değil. Yine de
ne olursa olsun çok keyif alacağınız ve muhtemelen Gil’in yerinde olmak
isteyeceğiniz bir film var karşınızda. Şahsen 1920’lerde ya da başka bir dönemde
yaşamaktansa tıpkı Gil gibi zamanda yolculuk edip şimdiki bilgi ve birikimimle
geçmişi deneyimlemek ve o döneme damgasını vuran dehalarla iki muhabbet
çevirmek isterdim.
Son olarak da oyunculara
değinmek istiyorum. Her Woody Allen filminde olduğu gibi Midnight in Paris’te de
pek çok ünlü oyuncu bir arada. Özellikle Gil rolündeki Owen Wilson rahatlıkla
Woody Allen’ın bundan sonraki filmlerinde başrol oynayabilir bence. Aynı şaşkın
yüz ifadesi, bazen kekeleyerek konuşması ve beden diliyle Allen’ın adeta kopyası
olmuş. Marion Cottilard da 20’li yılların kostümleri içinde gerçekten harika görünüyor.
Ama kimse kusura bakmazsa en yüksek puanımı Salvador Dali’yi canlandıran Adrien
Brody’e vermek istiyorum. Hatta mümkünse lütfen Dali’nin hayatını anlatan bir
film çeksinler ve bu harika performansı daha uzun süre izleyebilelim.
Lafı daha fazla uzatmaya gerek
yok, Woody Allen’ı sevin ya da sevmeyin Midnight in Paris’i bence kaçırmayın.
Woody Allen’ın en iyi filmi olmayabilir ama bu yılın en iyilerinden biri.
Gerçekten de yılın en iyi filmlerinden biri. Edebi hikayesi dışında arka planda çok güzel ayrıntılar var; geçmiş zamandaki Paris'in renk uyumu, kıyafetler, kullanılan dekor vs. yağlı boya tablosu gibi :) ve tabii ki mükemmel müzikleri.
YanıtlaSilbu blog şimdiye de rastladıklarım arasında belki de en underrated olanı.. daha çok izleyiciyi hakediyor.. e olacaktır da.. david lynch'e gıcığım ama..
YanıtlaSilCan, haklısın müzikler de mükemmeldi, yazıda değinmemiştim hatırlattığın iyi olmuş :)
YanıtlaSilBarakuda, yorum için teşekkürler. Biraz tenha bir blog burası evet :( kimse okumasa kendim okurum napiim :)
Thank you for your visit and subscribe to my blog)
YanıtlaSilUnfortunately I do not know the Turkish language and it is difficult understand your reviews, but there is footage of films and my memories ...
And though our blogs are different, I suggest link exchange. With pleasure I will see your blog in "MyArtFriends")