Bir film düşünün ki ait olduğu türün (bu filmi aksiyon türüne dahil edebiliriz) bütün klişelerine sahip olsun. Yalnız, suskun ve gizemli bir geçmişe sahip esas adam, en aşağılığından kötü adamlar, olayı bir adım geriden takip eden polisler, masum ancak tehlikede bir çocuk ve esas adama yemin bozdurup aksiyona dalmasına neden olan olaylar zinciri. Tanıdık geldi değil mi? Ancak tüm bunlara rağmen The Man From Nowhere son zamanlarda izlediğim en etkileyici film oldu.
Bu blogun takipçileri az çok anlamıştır ki Uzak Doğu sinemasının bendeki yeri ayrı. Hangi ülkeden çıkmış olursa olsun o coğrafyanın kültürüyle yetişmiş yönetmenlerin filmleri bence bir başka lezzete sahip oluyor. İşte bu yüzden kimi zaman tüm tahmin edilebilirliğine karşın The Man From Nowhere'i ya da orjinal ismiyle Ajeossi'yi izlerken farklı bir tat ve keyif almanız mümkün. Çünkü bilindik bir konunun, özgün bir tarzla anlatıldığı filmler ne yazık ki çok sık karşımıza çıkmıyor. Filmin aynı zamanda senaryosunu da yazmış olan yönetmeni Jeong-beom Lee'nin bu açıdan tebrik edilmesi gerek.
Bu kadar övgüden sonra filmi izlemeye karar verirseniz başlangıçta gayet "emo styla" takılan ana kahramana çok takılmayın derim. Hatta kendisinin komşunun küçük kızıyla olan ilişkisini Leon'a benzetmeye falan da kalkmayın. Karakterler biraz fazla ve benim gibi aynı kişiyi birkaç kere görene kadar tüm çekik gözlüleri birbirine benzeten salak bir hafızanız varsa başta azıcık zorlanabilirsiniz. Karakterler dörtgeninde bir köşede rehinci olarak çalışan esas oğlan Cha Tae-sik var. Öbür köşede striptizci junkie anne ile küçük kızı yer alıyor. Bir başka köşede uyuşturucu kaçakçısı ve organ mafyası kötü adamlar, diğerinde ise polisler var. Hepsinin yolu bir şekilde kesiştiğinde ise asıl aksiyon başlıyor. Dövüş koreografileri, kamera hareketleri, müzikler hepsi oldukça etkileyiciydi.
Uzak Doğu filmi deyince ya mistik ve spiritüel bir takım konularla haşır neşir olan ya da bol vurdulu kırdılı dövüş filmleri diye düşünüp burun kıvıranlar her şeye rağmen yine de filmi beğenmeyebilir. Kabul, 1'e karşı 15 kişilik dövüşleri tereyağından kıl çeker gibi kazanan, her tür zor durumda karizması bozulmayan ana karakterler pek de inandırıcı değil. Ama zaten bu bir aksiyon filmi ve tüm aksiyon filmlerinde olduğu gibi asıl derdi de izleyiciyi gördüklerine inandırmak değil, gördüklerinden ötürü heyecanlandırmak. Şahsen benim filmle ilgili tek kaygım Hollywood tarafından keşfedilip, yeniden çevrim kazasına kurban gitmesi. Gerçi Hong Kong yapımı enfes bir film olan Mou gaan dou (Infernal Affairs, 2002) Martin Scorsese'nin elinde The Departed gibi bir şahasere dönüşmüştü o başka.
Bu yazının noktasını Cha Tae-sik'ten veciz bir sözle koyalım: "The ones that live for tomorrow, get fucked by the ones living for today. I only live for today".
Bu kadar övgüden sonra filmi izlemeye karar verirseniz başlangıçta gayet "emo styla" takılan ana kahramana çok takılmayın derim. Hatta kendisinin komşunun küçük kızıyla olan ilişkisini Leon'a benzetmeye falan da kalkmayın. Karakterler biraz fazla ve benim gibi aynı kişiyi birkaç kere görene kadar tüm çekik gözlüleri birbirine benzeten salak bir hafızanız varsa başta azıcık zorlanabilirsiniz. Karakterler dörtgeninde bir köşede rehinci olarak çalışan esas oğlan Cha Tae-sik var. Öbür köşede striptizci junkie anne ile küçük kızı yer alıyor. Bir başka köşede uyuşturucu kaçakçısı ve organ mafyası kötü adamlar, diğerinde ise polisler var. Hepsinin yolu bir şekilde kesiştiğinde ise asıl aksiyon başlıyor. Dövüş koreografileri, kamera hareketleri, müzikler hepsi oldukça etkileyiciydi.
Bu yazının noktasını Cha Tae-sik'ten veciz bir sözle koyalım: "The ones that live for tomorrow, get fucked by the ones living for today. I only live for today".