Keşke benim babam da meşhur bir yönetmen olsaydı, ben de onun ününden, kredisinden, çevresinden nasiplenseydim. Texas Killing Fields'in (Teksas Ölüm Tarlası) yönetmeni Ami Canaan Mann'in, Michael Mann'in kızı olduğunu öğrendiğimde genetik faktörlerin belirleyici olduğunu ileri süren teorileri hatırlayıp, böyle babanın kızı kötü film çekmemiştir diye düşünmüştüm. Armut her zaman dibine düşmüyor demek ki.
Film, gerçek bir öyküden yola çıkıyor. 70'li yıllarda Texas City'de hepsi faili meçhul kalmış çok sayıda kadın cinayeti işlenmiş ve bu kadın cesetlerinin bulunduğu bölgeye de "Ölüm Tarlaları" adı verilmiş. Film bu olaya da atıfta bulunarak, günümüzde benzer şekilde işlenen ve aynı bölgeye bırakılan kadın cinayetlerini ve bu cinayetleri araştıran iki polisi merkeze alıyor. Buraya kadar sorun yok, hatta seri katil araştıran polisiye filmlere bayılan bendeniz bu kısa konuyu öğrenince oldukça heveslendim. Ama gelin görün ki, filmin cinayetleri çözmek, katil peşinde ipucu aramak gibi bir derdi yok. Aslında var da yan öykü olarak o kadar çok şey anlatmak istiyor ki, şimdi ben ne seyrediyorum diyorsunuz. Bir yanda iki polis memurunun kendi özel hayatlarındaki sorunları, geçmişten getirdiği problemleri (zaten her polisiye filmin eşinden ayrılmış, yalnız, mutsuz bir polisi mutlaka vardır), bir yanda Texas City'nin yoksulluğu, uyuşturucu ve fuhuş sorunu, bir yanda sorunlu annesi ve abisiyle yaşayan Ann'in dramı derken konu fazlasıyla dağılıyor ve hiçbir karakterin hikayesini derinlemesine öğrenmek mümkün olmuyor. Filmin finali itibariyle küçük Ann'in hikayesinin anlatılması bir miktar anlamlı gelebilir ama yine de bir hayli zorlama olmuş. Filmin finali demişken her polisiyede olan "katilin beklenmeyen bir kişi olması" geleneği de fos çıkıyor. Çünkü daha ilk göründüğü karede katilin kim olduğunu tahmin etmek çok kolay. Bu noktada "yönetmenin derdi katil konusunda sürpriz yapmak değil" diyebilirsiniz, ama o zaman izleyiciyi şaşırtacak sözde şüphelilere ne gerek vardı diye cevap veririm.
Filme dair akılda kalabilecek en önemli şey atmosfer yaratmadaki başarısı. Filmin kasvetli ve karanlık havası karakterlere ve hikayeye son derece uygun olmuş. Oyunculuk açısından da sırıtan birşey yoktu. Sam Worthington'ı oyunculuk açısından biraz kabız bulsam da rolüne oturmuştu. Jeffrey Dean Morgan gibi karizmatik bir oyuncu şimdiye kadar yer aldığı çoğu dandik filmle kendisini harcamaya devam ediyor. Hugo'dan hatırlayacağınız Chloé Grece Moretz'i ise ileride daha büyük projelerde izleyeceğimizden eminim. Kısacası Texas Killing Fields için iyi oyunculuk ve görsellik notu sınıfı geçer. Yani belki de Mann'in elinde daha derli toplu bir senaryo olsaydı, başarılı bir kara film izleme şansımız olabilirdi.
İçten içe hafiflemek, özgürleşmek, yuvası ve aynı zamanda bir gün mezarı olacak kabuğunu terk etmek isteyen kaplumbağanın, derin bir nefes alıp etrafına bakınarak vazgeçmesi, sonra yeniden kafasını kabuğa gömerek usulca karanlığına gömülmesi gerçekten de çok sessiz bir eylemdir. Dünya üzerinde hiçbir etkisi olmayacağını varsayabileceğiniz türden bir kıpırdanmadır denebilir. Bu kısacık rutin eylemin yalnızca bazı su kuşlarının algılayabileceği titreşimler yaydığı ve birkaç nilüfer cinsinin göl üstü muhabbetlerinde anlatılagelen bir efsane olduğu kulak arkaları tütün kokan kargalarca bilinir. Sarhoşluklarından sıyrıldıklarında sanrılarıyla beslenmiş her fani gibi müzmin başağrıları çekecek bazı balıklar ve mor kaktüs çiçekleri aynı evrende birbirlerinden uzak ve anlaşılamaz bir iletişimsizliğin romanını yazarken bildiğin yosun kokarlar. Böyle şeyler olur ve kaplumbağa her şeyin üstünde minik adımlar attıktan sonra gözlerini yumar.
YanıtlaSil