Şu aralar elimi hangi filme atsam hüsrana uğruyorum. Yönetmenine, oyuncularına ve aldığı eleştirilere bakıp büyük umutlarla izlemeye başladığım son üç film de vasattan öteye geçemedi. O yüzden vakit ayırıp hepsi için ayrı birer yazı yazmaktansa kısa kısa değinmeye karar verdim. Bahsedeceğim filmler bazıları için kült, başyapıt ya da en azından etkileyici bir eser statüsünde olabilir ancak burada kendi naçizane öznel düşüncelerimi paylaştığımı tekrar hatırlatmak isterim.
The Tree of Life / Hayat Ağacı
Thin Red Line (İnce Kırmızı Çizgi, 1998) ve The New World (Yeni Dünya, 2005) gibi prestijli filmlerin yönetmeni Terrence Malick nasıl bir ego seviyesine ulaştıysa "ben artık aştım bitirdim, filmin orta yerinde hikayeyi kesip Big Bang'i anlatabilir ve hatta dinozorları falan gösterebilirim, millet de bunu alkışlar" diye düşünmüş olmalı. Filmde sadece, bir ailenin oğullarını kaybettikten sonraki yas halleri ve müthiş (!) bir freudyen yaklaşımla geçmişteki baba-oğul ilişkisi anlatılmış olsaydı, belki vasat ama derli toplu bir film ortaya çıkabilirdi. Varoluş, Tanrı, insan, doğa, yaşam, ölüm vs. gibi üzerinde düşünülmesi gereken bir sürü felsefi şeyi sorgulamak için taa evrenin yaradılışına gitmeye, hadi gittik diyelim filmin koca bir yarım saatini bu yaradılışa ayırmaya gerek var mıydı bilemiyorum. Filmin görselliği, estetiği, çekimleri çok güzeldi tamam, Malick bu işi iyi biliyor. Bu yüzden de yönetmenin sırf "bakın ne kadar estetik kareler yakalıyorum" demek için filmi bu kadar uzatıp, belgeselvari görüntüler eklediğini düşünüyorum. The Tree of Life'ı şaheser olarak nitelendirenler olabilir ama benim için gereksiz uzun ve sıkıcı bir film olmaktan öteye gidemedi. Filmde alkışlayacağım tek iyi şey Brad Pitt'in müthiş oyunculuğu.
Stone / Şantaj
Yaratıcı bir girişim sonucu olarak Türkçe'ye Şantaj olarak çevrilen Stone, başrollerdeki Robert De Niro ve Edward Norton sayesinde ilgimi çekti. İkisi de sevdiğim oyuncular ve daha önce birlikte rol aldıkları 2001 tarihli sıradan film The Score'da ikisini karşılıklı izlemek güzeldi. Stone konusuyla ve ilgi çekici açılış sahnesiyle başta sürükleyici bir psikolojik gerilim vaad etse de sonunu getirememiş. Şartlı tahliye memuru Jack ve onu ikna etmek için uğraşan mahkum "Stone" arasındaki diyaloglar iki usta oyuncunun varlığı olmasa çekilir gibi değil. Fettan kadın kontenjanında Milla Jovovich de gayet yerinde bir seçim olmuş. Ancak filmin tamamına hakim bir kararsızlık ve anlamsızlık var gibi. Dolayısıyla bir sürü şey havada kalıyor. Filmi boyunca sürekli olarak fonda dinletilen Hristiyanlıkla ilgili vaazlar da son derece can sıkıcı. Arı vızıltısına hiç değinmiyorum...
Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Rahmetli yönetmen Seyfi Teoman'ın bu filminden keyif almamamın en önemli sebebinin cinsiyetimden kaynaklandığını düşünüyorum. Çocukluğundan beri çok yakın arkadaş olan ve aynı evi paylaşan iki erkek kahraman var merkezde. Bir başka arkadaşlarının kız kardeşinin yanlarına taşınmasıyla kendi halinde giden hayatları değişiyor ve ikisi de aynı kıza aşık oluyorlar. Hikayenin bu noktadan sonra yakın dostların düşman olması ve birbirine karşı türlü oyunlar çevirmesi gibi klişe bir yöne kaymaması takdire şayan elbette. Aksine samimi ve bizden bir öykü söz konusu. Ama yine de aynı kıza aşık oldukları için sevinen ve aralarında kendilerine has bir yakınlık olan bu iki kafadara bir türlü ısınamadım ve empati kuramadım. Dediğim gibi belki de bunun nedeni erkeklerin "kanka"lık durumunu tam anlamıyla bilemediğimdendir. Kısacası ben bu filmi sevmedim kimse kusura bakmasın.