Sayfalar

2 Ocak 2013

Life of Pi


2012’nin izlediğim son filmi Life of Pi oldu. İyi ki de öyle olmuş, böylece yılı gerçekten güzel ve kaliteli bir filmle kapattım. Crouching Tiger Hidden Dragon’da (Kaplan ve Ejderha, 2000) bizleri farklı ve masalsı bir dünyaya götüren Ang Lee bu kez de hayallerin ötesinde bir yolculuğa davet ediyor. Kariyeri boyunca değişik türde filmlere imza atmış bir yönetmen olarak Lee’nin filmografisi Brokeback Mountain (Brokeback Dağı, 2005) gibi ödüllü ve sansasyonel filmlerden Hulk (Hulk, 2003) gibi çizgi roman uyarlamalarına kadar türler arası çeşitliliğe sahip. Life of Pi ise daha masalsı ve naif, hatta klişe tabirle içimizdeki çocuğa hitap eder nitelikte. Yann Martel’in 2001 tarihli, aynı adlı romanından uyarlanan film, Pi isimli kahramanımızın kendisini ziyarete gelen bir yazara çocukluğundan itibaren hayatını anlatması üzerine kurulu. Tuhaf isminin hikayesinden başlayarak, hayatının dönüm noktasını oluşturan deniz kazasını ve sonrasını öğreniyoruz yavaş yavaş. Bildiğiniz üzere bu deniz kazasından tek kurtulan Pi oluyor ve kendisini bir filikada bir zebra, bir sırtlan, bir orangutan ve Richard Parker isimli bir kaplanla baş başa buluyor. Filmin büyük kısmını da bu filikada geçirdiği 227 günlük yaşam mücadelesi oluşturuyor.
Pi enteresan bir karakter; zeki, güçlü sezgilere sahip ve meraklı. Çocuk yaşında dinler ve Tanrı’ya merak salması sonucu hem Hindu, hem Hıristiyan hem de Müslüman olduğunu, üniversitede de Kabala dersi verdiğini anlatıyor yazara. Ama film ilerledikçe Pi’ın herhangi bir dine bağlı olmaktan ziyade sadece Tanrı’yı sevdiğini ve de çoğu zaman sorguladığını anlıyoruz. Zaten her dinin (tek Tanrılı dinleri kastediyorum) kendine has farklı ritüelleri, şartları olsa da (namaz, oruç, vaftiz, günah çıkarma vs.) özünde hepsi aynı “yaratıcı”ya inanmıyor mu? Bu noktada filmin hiçbir dinin propagandasını yapmadan sadece Tanrı’ya inanmakla ilgili bir şeyler söylemeye çalışması, ama bunu yaparken de “Tanrı’ya inanın, bakın nasıl mucizeleri var” tarzı bir yola sapmadan izleyiciyi özgür bırakması çok yerinde bir hareket. Filmin sürprizini bozmamak için detaya girmiyorum ama bu hareketin özellikle Pi'ın finale doğru anlattığı alternatif hikaye ile belirginleştiğini söylemekle yetinelim. 


Uçsuz bucaksız okyanusta, artık yeryüzü ile gökyüzünün birleşmiş gibi durduğu bir sonsuzluğun ortasında sadece dalgalarla, açlıkla ya da yalnızlıkla değil bir de kocaman, vahşi bir kaplanla mücadele etmek zorunda Pi. Ancak kimi zaman zekası, kimi zaman da kalbinin iyiliği sayesinde hayatta kalmayı başarıyor. Ancak bir insanla kaplanın mucizevi dostluğu gibi Hollywoodvari bir hikaye bekleyenler koca bir hayalkırıklığına uğrayacaklar onu da belirtmeden geçmeyelim.
Filmle ilgili söylenecek bir başka önemli nokta da kusursuz görselliği elbette. Her bir sahnenin üzerinde özenle çalışıldığı o kadar belli ki. 3D teknolojisine bir türlü ısınamamış olsam da üç boyutun bu filmin bütün görsel güzelliğini kat kat arttıran bir işleve sahip olduğunu kabul etmek gerek. Daha açılış sahnesinden başlayarak renklerin, ışığın, efektlerin, çekim açılarının, kısacası ustaca düşünülmüş mizansenlerin tamamı izleyeni hipnotize edecek kadar etkileyici. Bu yüzden Life of Pi’ın kesinlikle sinemada ve üç boyutlu olarak izlenmesi şart. Kaçırmayın!

2 yorum:

  1. Ancak bir insanla kaplanın mucizevi dostluğu gibi Hollywoodvari bir hikaye bekleyenler koca bir hayalkırıklığına uğrayacaklar onu da belirtmeden geçmeyelim.

    kaplan zaten hayal ürünü:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ben ilk hikayeye inanmayı tercih ediyorum :)

      Sil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...