Muhteşem Gatsby’i
ilk defa okuduğumda o kadar beğenmiş ve etkilenmiştim ki yayınlandığı dönemde
okuyucu bulamamış olması beni çok şaşırtmıştı. 1925 yılında yayınlanan bu
güzelim romanın ancak II. Dünya Savaşı sıralarında, F. Scott Fitzgerald
öldükten sonra popülerleşmesi yazarı için çok büyük bir talihsizlik. Başarısız
bir yazar olduğunu düşünerek ölen Fitzgerald umarım Baz Luhrman’ın The Great Gatsby yorumundan bir şekilde
haberdardır ve kendisine haksızlık ettiğini anlamıştır.
Hikâye 1920’li
yılların Amerika’sında geçiyor, yani yazarın deyimiyle Caz Çağı’nda. Bir yandan
ekonomik bunalım kapıda, diğer yanda kentler hızla büyüyor, sosyal yaşam
hareketleniyor. Anlatıcı Nick Carraway’ın ağzından, Jay Gatsby isimli gizemli
karakterin hayatını öğrenirken fonda ise dönemin sosyal ve kültürel şartlarına
tanık oluyoruz. Gatsby’nin geçmişi hakkında yapılan spekülasyonlar “katil” ve
“savaş kahramanı” gibi iki ayrı uç arasında gezinecek kadar çeşitli. Oysa ki aslında
onunla ilgili bilinmesi gereken tek gerçek Gatsby’nin sadece tutkulu, akıllı ve
hiçbir zaman umudunu kaybetmeyen bir adam olduğu ve unutamadığı Daisy’e duyduğu
aşk.
Tüm bunları, yani
hem bir adamın hem de dönemin ruh halini kitaba aynen sadık kalarak, üstelik de
hiç sırıtmayan süslemelerle aktarmak her babayiğidin harcı değil elbette. Romeo+Juliet (1996) ve Moulin Rouge (2001) gibi dramatik aşk filmlerini görkemli
bir görsellikle aktaran Baz Luhrman bu açından The Great Gatsby için çok
isabetli bir yönetmen olmuş. Caz dönemi ve Gatsby’nin meşhur partileri bütün
ihtişamı ve şaşası ile kostümlerden dekor tasarımlarına kadar en ufak ayrıntısı
bile düşünülerek canlandırılmış. Müzikler ise adeta kendi başına ayrı bir
karakter gibi fonda olduğu her sahneye ayrı anlam katıyor. Baz Luhrman’ın diğer
iki filminden de aşina olduğumuz gibi günümüzün popüler şarkılarını farklı
yorumlarla duymak filmin güzel sürprizlerindendi. Lana Del Rey, Beyonce, Jay Z
gibi isimlerin yer aldığı soundtrack’te birinciliği ise U2 şarkısı Love is
Blindness cover’ıyla Jack White’a veriyorum.
Belki izleyenler
vardır; The Great Gatsby’nin 1974 tarihli uyarlamasında Jay Gatsby rolünü
Robert Redford canlandırmıştı ve bana göre çok da başarılıydı. 2013 versiyonunda
ise Leonardo Di Caprio’nun ismini görmek başta biraz canımı sıksa da filmi
izleyince fikrim değişti. Gatsby’nin kimi zaman heyecanlı, güçlü ve iyimser
kimi zaman da güvensiz, öfkeli ve tutkulu değişken ruh hallerine beklemediğim
bir ustalıkla hayat vermiş. Daisy rolündeki Carey Mulligan ise zaten haz
etmediğim bir oyuncuydu, film boyunca değişmeyen “kapıya sıkışmış civciv” yüz
ifadesiyle iyice sevimsiz geldi.
Filmle ilgili
söyleyebileceğim tek olumsuzluk 3D çekilmiş olması. Zaten 3D’yi hiç sevmeyen, o
gözlüklerden sıkılan biri olarak The Great Gatsby’nin neden üç boyutlu
gösterildiğini anlamadım açıkçası. Bence bu film 3D olmadan da güzelliğinden ve
etkileyiciliğinden bir şey kaybetmezdi.
Lafı fazla
uzatmayalım. Hem kitaba sadık kalarak hem de kendi auteur kimliğini yansıtarak
böylesine güzel bir film ortaya koyduğu için Baz Luhrman ne kadar alkışlansa
yeridir. Film
hakkındaki "aşk filmi" ya da "kız filmi" yakıştırmalarını
kulak ardı edin ve bir adamın hüzünlü hikayesini kaçırmayın.