not: Bu yazı filmin sürpriz
gelişmelerini ele vermektedir.
Hugo’yu koskoca bir sinema
salonunda, tek başıma izledim. Tam AFM’yi kapatmışım gibi hissederek havaya
giriyordum ki Martin Scorsese gibi bir ustanın filminin rağbet görmediği
düşüncesi biraz tadımı kaçırdı. Sonra, zaten izlenecek filmi yönetmenine göre
seçmek çok yaygın bir davranış değilken, Hugo’nun bir de çocuk filmi gibi algılanması
buna neden olabilir diye düşündüm. Evet, Hugo çocuklarla birlikte keyifle izlenecek
bir aile filmi kategorisine rahatça dahil edilebilir ama sinema tarihini
bilenler ve bu tarihe ilgi duyanlar Hugo’dan bambaşka bir tat alacaklar.
Brian Selznick’in "The
Invention of Hugo Cabret" isimli çocuk romanından uyarlanan filmin başkahramanı
Hugo saat tamircisi babasının ölümünden sonra kendisini yanına almış, ancak
sonra ortadan kaybolmuş olan amcasının tren istasyonundaki saatleri kurma işini
sürdürmektedir. Tek başına istasyonda yaşayan Hugo bir yandan gizli tüneller ve
geçitleri kullanarak saatleri kurmakta, bir yandan insanları izlemekte ve bir
yandan da babasından kalan bir otomaton’u (automaton) tamir etmek için gerekli ufak
parçaları çalmaktadır. Derken bir gün istasyondaki oyuncakçı dükkanının sahibi tarafından
yakalanır. Oyuncakçının bir şekilde otomaton’la ilgisi olduğunu keşfeden Hugo
için gizemli bir araştırma süreci başlar. Filmin konusu aşağı yukarı böyle. Ama
bir noktadan sonra hikayenin odağı Hugo’dan uzaklaşarak Ben Kingsley tarafından
canlandırılan oyuncakçı Georges Melies’e kayıyor. Sinema aşıklarını ve tarihine
ilgi duyanları heyecanlandıracak olan da bu isim zaten. Bilmeyenler için kısaca
değinelim; asıl mesleği illüzyonistlik olan Georges Melies ilk sinema
hilelerini bulan, 1902 yılında bilim-kurgu türünün ilk örneği olan Aya Seyahat
(La Voyage dans la Lune) filmini
çeken ve fantastik sinemaya büyük katkıları olan bir yönetmen. Aynı zamanda da bir otomaton koleksiyoncusu. Filmin ikinci
yarısında yönetmenin hayatına ve kariyerine dair belgesel tadında görüntüler
izlerken, sinemanın icadına ve gelişimine de tanık oluyoruz. Sinematograf
aygıtının mucitleri Lumiere Kardeşler’in ilk gösterisinde “Tren’in Lyon Garı’na
Girişi”ni izleyen seyircileri 3D teknolojisiyle Hugo’yu izleyen günümüz
seyircisiyle kıyaslayıp gülümsememek elde değil.
Filmografisinde Taxi Driver (Taksi Şoförü, 1976), Raging Bull (Azgın Boğa, 1980) Goodfellas (Sıkı Dostlar, 1990), Casino (1995), The Departed (Köstebek, 2006) gibi sert filmlerin yer
aldığı Scorsese’nin Hugo gibi naif bir film çekmiş olması hayranlarını biraz
şaşırtmış olmakla birlikte yönetmenin sinema tarihini çok iyi bildiği ve eski
filmlerin korunması için çalışmalar yürüttüğü göz önüne alındığında Hugo doğru
bir tercih olarak görünüyor. Bu filmin Scorsese’nin filmografisindeki bir başka
ayrıcalıklı özelliği ise yönetmenin çektiği ilk üç boyutlu film olması. Avatar’dan
sonra insanın başını ağrıtmaktan ve izleyeni filme yabancılaştırmaktan başka
bir işlevi olmayan bir sürü üç boyutlu film seyrettim. Ama Hugo gerçekten de üç
boyutun hakkını sonuna kadar veren, 1930’ların Paris’ini büyülü bir görsellikle
canlandıran ve hatta üç boyutlu değilse izlenmemesi gereken bir film olarak alkışlanmayı
hak ediyor. Bu arada Scorsese’nin filme serpiştirdiği güzel sürprizleri de var,
sinemanın başlangıç dönemleri anlatılırken birkaç saniyeliğine de olsa
yönetmenin kendisini ve Lumiere Kardeşler’den biri olarak Michael Pitt’i görmek
mümkün. Hatta imdb’ye göre Salvador Dali de varmış ama ben kaçırdım maalesef.
Son sözüm Hugo’yu tercih
etmeyerek, popcorn paketlerinin hışırtısı ve gereksiz fısıldaşmalarıyla film
keyfimi bozmayanlara; gelmediğiniz için teşekkürler. Sinema salonunda tek
başına film izlemenin katarsisi bir başka oluyormuş. Öyle ki bir ara kendimi
Paris sokaklarında üzerime kar yağıyormuş gibi hissettim (Ama aklım en çok Monsieur
Labisse’in kitapçı dükkanında kaldı). Tekrar hatırlatayım, Hugo sinema büyüsüne
adeta bir saygı duruşu niteliğinde ve gerçekten bu büyünün etkisi altındaysanız
bu filme gidin ya da filmperestler için salonu boş bırakın.
Sinema bir illüzyon... Mucizevi bir his geçiriyor.
YanıtlaSilHugo tam benlik bir filmdi. Bayıldım ne kelime..
Bittim! Bittim:))
hugo'ya gitmek isteyen ve güzel yorumlar okumak fikir edinmek isteyen biri olarak bu baştaki uyarıdan sonra hangi paragrafları okumalıyım? kaldım öyle..
YanıtlaSilHayal Kahvem, haklısın sinema bir illüzyon, büyü, gözbağı. :)
YanıtlaSilBarakuda, aslında filmin sonu tahmin edilebilir bir nitelik taşıyor. Ama filmin sonunda değil de ikinci yarısında çözülen bir gizem var, bunu baştan biliyor olmak filmin keyfini bozmasa bile (filmle ilgili çoğu yazıda ne olduğu belirtiliyor zaten) yine de ben uyarımı yapayım dedim.
tenten öncesi fragmanını izlemiştim sinemada, haliyle o da 3d idi, ve senaryo olarak aman aman bir şeyler vaadetmemiş olsa da görsellik-etkileyicilik sağlamdı.. gideyim ben en iyisi, teşekkürler.. gelince okurum ama, eheh
YanıtlaSilizledikten sonraki yorumlarını merakla bekliyorum :)
YanıtlaSil