Sayfalar

6 Aralık 2011

Hugo: Scorsese'den Sinemaya Saygı Duruşu


not: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.
Hugo’yu koskoca bir sinema salonunda, tek başıma izledim. Tam AFM’yi kapatmışım gibi hissederek havaya giriyordum ki Martin Scorsese gibi bir ustanın filminin rağbet görmediği düşüncesi biraz tadımı kaçırdı. Sonra, zaten izlenecek filmi yönetmenine göre seçmek çok yaygın bir davranış değilken, Hugo’nun bir de çocuk filmi gibi algılanması buna neden olabilir diye düşündüm. Evet, Hugo çocuklarla birlikte keyifle izlenecek bir aile filmi kategorisine rahatça dahil edilebilir ama sinema tarihini bilenler ve bu tarihe ilgi duyanlar Hugo’dan bambaşka bir tat alacaklar.
Brian Selznick’in "The Invention of Hugo Cabret" isimli çocuk romanından uyarlanan filmin başkahramanı Hugo saat tamircisi babasının ölümünden sonra kendisini yanına almış, ancak sonra ortadan kaybolmuş olan amcasının tren istasyonundaki saatleri kurma işini sürdürmektedir. Tek başına istasyonda yaşayan Hugo bir yandan gizli tüneller ve geçitleri kullanarak saatleri kurmakta, bir yandan insanları izlemekte ve bir yandan da babasından kalan bir otomaton’u (automaton) tamir etmek için gerekli ufak parçaları çalmaktadır. Derken bir gün istasyondaki oyuncakçı dükkanının sahibi tarafından yakalanır. Oyuncakçının bir şekilde otomaton’la ilgisi olduğunu keşfeden Hugo için gizemli bir araştırma süreci başlar. Filmin konusu aşağı yukarı böyle. Ama bir noktadan sonra hikayenin odağı Hugo’dan uzaklaşarak Ben Kingsley tarafından canlandırılan oyuncakçı Georges Melies’e kayıyor. Sinema aşıklarını ve tarihine ilgi duyanları heyecanlandıracak olan da bu isim zaten. Bilmeyenler için kısaca değinelim; asıl mesleği illüzyonistlik olan Georges Melies ilk sinema hilelerini bulan, 1902 yılında bilim-kurgu türünün ilk örneği olan Aya Seyahat (La Voyage dans la Lune) filmini çeken ve fantastik sinemaya büyük katkıları olan bir yönetmen. Aynı zamanda da bir otomaton koleksiyoncusu. Filmin ikinci yarısında yönetmenin hayatına ve kariyerine dair belgesel tadında görüntüler izlerken, sinemanın icadına ve gelişimine de tanık oluyoruz. Sinematograf aygıtının mucitleri Lumiere Kardeşler’in ilk gösterisinde “Tren’in Lyon Garı’na Girişi”ni izleyen seyircileri 3D teknolojisiyle Hugo’yu izleyen günümüz seyircisiyle kıyaslayıp gülümsememek elde değil. 


Filmografisinde Taxi Driver (Taksi Şoförü, 1976), Raging Bull (Azgın Boğa, 1980) Goodfellas (Sıkı Dostlar, 1990), Casino (1995), The Departed (Köstebek, 2006) gibi sert filmlerin yer aldığı Scorsese’nin Hugo gibi naif bir film çekmiş olması hayranlarını biraz şaşırtmış olmakla birlikte yönetmenin sinema tarihini çok iyi bildiği ve eski filmlerin korunması için çalışmalar yürüttüğü göz önüne alındığında Hugo doğru bir tercih olarak görünüyor. Bu filmin Scorsese’nin filmografisindeki bir başka ayrıcalıklı özelliği ise yönetmenin çektiği ilk üç boyutlu film olması. Avatar’dan sonra insanın başını ağrıtmaktan ve izleyeni filme yabancılaştırmaktan başka bir işlevi olmayan bir sürü üç boyutlu film seyrettim. Ama Hugo gerçekten de üç boyutun hakkını sonuna kadar veren, 1930’ların Paris’ini büyülü bir görsellikle canlandıran ve hatta üç boyutlu değilse izlenmemesi gereken bir film olarak alkışlanmayı hak ediyor. Bu arada Scorsese’nin filme serpiştirdiği güzel sürprizleri de var, sinemanın başlangıç dönemleri anlatılırken birkaç saniyeliğine de olsa yönetmenin kendisini ve Lumiere Kardeşler’den biri olarak Michael Pitt’i görmek mümkün. Hatta imdb’ye göre Salvador Dali de varmış ama ben kaçırdım maalesef.


Gelelim filmle ilgili eleştirmek istediğim iki noktaya. Paris’te geçen bir filmde karakterlerin İngilizce konuşuyor olması gerçekten sıkıcı. Jude Law’ın rolünün on dakika bile sürmemesi ise daha da sıkıcı.
Son sözüm Hugo’yu tercih etmeyerek, popcorn paketlerinin hışırtısı ve gereksiz fısıldaşmalarıyla film keyfimi bozmayanlara; gelmediğiniz için teşekkürler. Sinema salonunda tek başına film izlemenin katarsisi bir başka oluyormuş. Öyle ki bir ara kendimi Paris sokaklarında üzerime kar yağıyormuş gibi hissettim (Ama aklım en çok Monsieur Labisse’in kitapçı dükkanında kaldı). Tekrar hatırlatayım, Hugo sinema büyüsüne adeta bir saygı duruşu niteliğinde ve gerçekten bu büyünün etkisi altındaysanız bu filme gidin ya da filmperestler için salonu boş bırakın.  

5 yorum:

  1. Sinema bir illüzyon... Mucizevi bir his geçiriyor.
    Hugo tam benlik bir filmdi. Bayıldım ne kelime..
    Bittim! Bittim:))

    YanıtlaSil
  2. hugo'ya gitmek isteyen ve güzel yorumlar okumak fikir edinmek isteyen biri olarak bu baştaki uyarıdan sonra hangi paragrafları okumalıyım? kaldım öyle..

    YanıtlaSil
  3. Hayal Kahvem, haklısın sinema bir illüzyon, büyü, gözbağı. :)

    Barakuda, aslında filmin sonu tahmin edilebilir bir nitelik taşıyor. Ama filmin sonunda değil de ikinci yarısında çözülen bir gizem var, bunu baştan biliyor olmak filmin keyfini bozmasa bile (filmle ilgili çoğu yazıda ne olduğu belirtiliyor zaten) yine de ben uyarımı yapayım dedim.

    YanıtlaSil
  4. tenten öncesi fragmanını izlemiştim sinemada, haliyle o da 3d idi, ve senaryo olarak aman aman bir şeyler vaadetmemiş olsa da görsellik-etkileyicilik sağlamdı.. gideyim ben en iyisi, teşekkürler.. gelince okurum ama, eheh

    YanıtlaSil
  5. izledikten sonraki yorumlarını merakla bekliyorum :)

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...