Kişisel kanaatim David
Fincher’ın gerçekten yaratıcı ve zeki bir yönetmen olduğu yönünde. Hatta Se7en
ve Fight Club gibi iki şaheserden sonra pek çok sinemaseverin gözünde kredisi
kolay kolay bitmeyecek bir yönetmen haline geldi. Bu yüzden de Panic Room,
Zodiac, The Social Network gibi düzgün ama vasatın sınırlarında gezen filmlerini
görmezden gelmek mümkün oldu. Ama The Girl with the Dragon Tattoo filmini
çektiğini ilk duyduğumda neden böyle bir işe kalkıştığını pek anlayamamıştım
doğrusu. Zaten bestseller olmuş bir serinin kitabını filme uyarlamak yeterince
riskliyken ve bunu gayet başarıyla kotarmış bir başka film halihazırda
mevcutken insan neden böyle bir işe kalkışır ki.
Hem kitabı okumuş hem de Niels
Arden Oplev tarafından uyarlanan filmi seyretmiş biri olarak diyebilirim ki Fincher’ın
“The Girl with the Dragon Tattoo”su aslında kendi içinde gayet tutarlı ve
düzgün ancak bir o kadar da gereksiz bir film. Oplev’in versiyonu 600 küsur
sayfalık detaylı bir öyküsü olan romana son derece sadık ve başarılı bir
uyarlamaydı. Bu yüzden izlerken elimde olmadan iki filmi sürekli kıyasladım ve
aynı filmin farklı oyuncularla ve biraz daha farklı mizansenlerle çekilmiş bir
kopyası olduğundan başka bir şey düşünemedim. Burada diyebilirsiniz ki aynı kitaptan
uyarlanarak çekilen iki filmin birbirine benzemesi kaçınılmaz. Evet doğru, ama
o halde bari bu kadar yakın arayla çekmeseydiniz kardeşim derim ben de. Üstelik
her yönetmenin kendi farklı bakış açısı, özgün bir tarzı olması gerekmez mı?
The Girl with the Dragon Tattoo’yu
Avrupa versiyonundan ayrı olarak ele aldığımızda ise hakkını teslim etmek
gerekiyor. Başta da söylediğim gibi Fincher gerçekten parlak bir yönetmen ve
uzun süresine rağmen sıkmayan, isabetli oyuncu seçimleriyle öne çıkan derli toplu
bir film ortaya koymuş. Özellikle Rooney Mara, Lisbeth Salander performansıyla
Noomi Rapace’ın gölgesinde kalmamayı başarmış. Daniel Craig ise James Bond
karakterinin üzerine yapışmaması için farklı rollerde elinden geleni yapıyor. Filmin
bir de muhteşem açılış jeneriği var ki gerçekten bayıldım ancak fütüristik bir
rock klibi havasındaki bu jeneriğin filmle alakasını pek bulamadım. Filmin bana
göre bir başka sorunu ise finale doğru Harriet Vanger’in gizeminin çözüldüğü sahne.
David Fincher romandakinden başka bir son çekerek, o çok sevdiği “seyirciyi şaşırtma
trüğü” ile (bkz. The Game, Se7en, Fight Club) farklı olacağını düşünmüş olmalı.
Romanı okumayan ya da diğer filmi izlemeyenler için gerçekten hoş bir sürpriz
olmuş olabilir tabi ama bence finali oldubittiye getirmekten başka bir işe
yaramamış.
Filmle ilgili son sözüm Lisbeth
Salander karakteriyle ilgili olacak. Bir oyuncu için canlandırmanın pek de kolay
olmadığını düşündüğüm bu yalnız, asosyal, arızalı, güçlü ve bağımsız kadın
karakter muhtemelen gelecek devam filmleriyle de yakın zamanda beyazperdenin
unutulmaz kadın karakterleri arasına girebilir. Demedi demeyin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.