Sayfalar

31 Ekim 2012

Cloud Atlas

Bir kitabı filme uyarlamak riskli iştir. Çünkü her kitabın kendine has bir hayran kitlesi vardır ve bu kitleyi memnun etmek asla kolay değildir. Senaryo gereği yapılan değişiklikler hem okuyucuyu kızdırabilir hem de kitabı okurken kafalarında yarattıkları hayal dünyasını filmde –tabi ki- bulamadıkları için hoşnut olmazlar. Cloud Atlas gibi bir romanı filme uyarlamak ise iki katı riskli bir iş. Romanın 6 ayrı zaman diliminde geçen birbiriyle bağlantılı 6 öyküsünün her biri kendi başına ayrı bir film olacak kadar güzel çünkü. Bu 6 hikayeyi tek bir filmde anlatmaya çalışmak ise kesinlikle deli cesareti istiyor.
Bulut Atlası’nı yazarı David Mitchell hiçbir zaman filme çekilemeyecek bir roman yazdığı için hayıflanıyormuş ancak filmi izlediğinde gördüğü şeyden memnun olduğunu belirtmiş (Yazarın tam değerlendirmesi için buraya). E romanın sahibi filmi beğenmişken, sadece bir okuyucu ve izleyici olarak ahkam kesmek elbette bana düşmez. Ama yine de belirtmeden geçemeyeceğim bazı noktalar var. 
Öncelikle filmin kurgusunun kitaptakinin aksine karışık biçimde ilerlemesinin kitaptan bihaber olan izleyiciler için biraz yorucu olabileceğini düşünüyorum. Romanı okumuş biri olarak konuya ve karakterlere hakim olduğum için ben zorlanmadım ama bu karışık kurgu sırasında ana karakterlerden birinin akıbetini filmin en başında görmek pek hoşuma gitmedi doğrusu (bkz. Robert Frobisher). Hoşuma gitmeyen bir başka şey de senaryodaki değişiklikler. Dediğim gibi 6 hikayenin 6’sı da ayrı bir filme konu olacak kadar başarılı ve tek bir filmde bunları anlatabilmek için ya 6 saatlik bir süre ya da bazı olayların elenmesi gerekiyor. Bu yüzden bazı karakterler ve olaylar senaryo dışı kalmış. Buraya kadar kabul, ama bazı olayların kitaptakinden farklı anlatılması benim için kabul edilemez. Spoiler vermemek için detaya girmeyeceğim ama en azından Sonmi - HaeJoo ile Zachry - Meronym ilişkisinin kitapta daha farklı olduğunu söylemekle yetinebilirim. Sonmi demişken, gelecekte geçen öyküde sisteme başkaldıran android kız Sonmi benim en sevdiğim kahraman oldu. Ancak onun kitapta detaylı biçimde anlatılan bilinçlenme hikayesi ve sistem eleştirileri ana-akım sinemaya kurban edilerek filmde öylesine geçiştirilmiş ve gereksizce eklenen aksiyon sahneleri ile harcanmış. Wachowski Kardeşlerin Matrix üçlemesi düşünüldüğünde konu onlara pek yabancı değil ama ne de olsa susuzluk hiçbir şeydir, imaj her şey. 

Filmde tekrarlanıp duran “her şeyin ve herkesin bağlantılı olması, yaptığımız her eylemin sonuçlarının gelecekte de yankılanacağı” ana fikri aslında Budist felsefenin temelini oluşturuyor. Kitabı okurken de hep bunu düşünüyordum ki karşıma Buda ile ilgili ufak bir diyalog çıkınca iyice emin oldum. Ancak çoğunlukla Hıristiyan ülkelerde gösterime girecek bir filmde buna değinilmemesi de kaçınılmaz tabi ki.
Neticede Cloud Atlas beklentilerimi karşılayamamakla birlikte, çok büyük bir hayal kırıklığı da yaratmadı. Sahneler arasındaki geçişleri, şekilden şekle giren oyuncuları ve enfes müzikleri (özellikle kitaba ve filme adını veren Cloud Atlas Sextet harika) için bile bir kez daha izlemek isterim; hatta kitabı okumamış olsaydım filmi belki daha çok beğenebilirdim. Siz filmi beğenseniz de beğenmeseniz de kitabı mutlaka okumanızı öneririm. Son olarak film biter bitmez salondan çıkmazsanız aynı oyuncular tarafından canlandırılan farklı karakterleri tek seferde görme şansınız olabilir.


23 Ekim 2012

Karateci Kız ve Tüm Zamanların En Kötü Ölüm Sahnesi

     Video paylaşım sitelerinde bir süredir kendi çapında rekor kırmakta olan bir video var. Üstelik de bu video bir Türk filminin son sahnesine ait. Söz konusu Türk filmi 1973 yapımı Karateci Kız. Şimdiye kadar çoktan duymuş olacağınız üzere filmin sonunda Filiz Akın tarafından vurulan Bülent Kayabaş'ın ölememe, pardon ölme sahnesi dünyada "tüm zamanların en kötü sahnesi" seçildi. Hala izlememiş olanlar ya da izlemeye doyamayanlar için paylaşmak istedim. Sinema sinema olalı böyle zulüm görmedi.


21 Ekim 2012

Pieta

     Pieta, ülkemizde ticari gösterime girmeden önce Venedik Film Festivali'nde aldığı ödülle değil ama içerdiği şiddet sahnelerinin rivayetiyle meşhur oldu. Kim Ki-duk sinemasını özellikle takip ettiğimden ve yönetmenin filmografisinde şiddetin çok fazla yer almadığını bildiğimden Filmekimi'nde izlemeden önce bir miktar gerildiğimi kabul etmeliyim. Ama Bin-Jip kalitesinde bir film izleyeceğime dair beklentilerim oldukça yüksekteydi. İki konu hakkında da yanılmışım. Birincisi şiddet sahneleri hiç de öyle abartıldığı kadar yoğun değil ve ikincisi Pieta Altın Aslan alacak kadar iyi bir film hiç değil. 
      Pieta acı anlamına geliyor ve filmle ilgili okuyacağınız bütün eleştirilerde göreceğiniz üzere Michelangelo'nun, kucağında ölü İsa'yı tutan Meryem'i tasvir ettiği heykelin ismi. Filmin afişi de bu heykele göndermede bulunuyor zaten. Film ismiyle müsemma şekilde acıyı anlatıyor. Hem fiziksel hem de duygusal anlamda. Filmin ana karakteri Kang Do acımasız, zalim, kötülerin kötüsü bir adam. Neredeyse hobi için kötülük yapıyor o derece. Borcunu ödemeyen adamlara işkence ediyor, uzuvlarını koparıyor. Günün birinde karşısına çıkan bir kadın Kang Do'ya annesi olduğunu söylüyor ve sonrasında şimdi spoiler olmasın diye anlatmayacağım bir sürü şey yaşanıyor. Acı, filmin her yerine sinmiş; daha bebekken terkedildiği için acı çeken, çevresindekilere hiç düşünmeden acı çektiren bir adam ve oğlunu kaybettiği için acılar içinde bir kadın. 
       Böyle anlatınca kulağa pek kötü gelmiyor değil mi? Üstelik acıyı anlatmaya soyunmuş böylesi bir filmde en ufak bir ajitasyon girişimi dahi yok. Ancak filmin alt metninin "bir insan bu kadar kötü kalpliyse çocukluğu anne sevgisinden mahrum geçtiği içindir" şeklinde sunulan indirgemeci tarzı çok rahatsız edici. Üstüne basa basa gösterildiği üzere kötülüğün zirvesinde bir adamın annesini bulunca birden aydınlık tarafa geçmesi son derece saçma ve iyimser bir bakış açısı olmuş. Yönetmen bu basit ve mantıksız önermeyi örtbas etmek için filmin ikinci yarısında son derece tahmin edilebilir bir sürpriz yapmayı da ihmal etmemiş. İzleyicinin zekasını küçümseyerek, adeta göze sokarcasına basit mesajlar sunan filmleri sevmiyorum. Kamera arkasında sevdiğim yönetmenlerden biri olsa da. 


       Tüm bu acılı hikayenin yanısıra, üstün körü de olsa, Kang Do'nun para topladığı insanların ve çalıştıkları endüstriyel bölgenin dramının gösterilmesi "yan hikayecik" olarak iyi düşünülmüş. Bu insanların emekleri yerine sonunda ellerini ya da bacaklarını, kullandıkları aletler aracılığıyla diyet vermeleri vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü her yerde sömürülenlerin vehametini göstermesi açısından yerinde bir alegori olmuş bence. 
         Sonuç olarak Pieta etkileyici bir film mi? Evet. Rahatsız edici bir film mi? Evet. Unutulmaz bir film mi? Hayır.

7 Ekim 2012

Amour


Haneke zor bir yönetmen. Filmlerini izlemesi de zor, sevmesi de. Hatta belki biraz iddialı olacak ama şunu söylemek mümkün; Haneke’yi ya çok seversiniz ya da ondan nefret edersiniz. Ortası yoktur. Ben ilk grupta yer alıyorum ve dolayısıyla son filmi Amour Filmekimi’nde en çok izlemek istediğim filmdi. İçinde yaşadığımız çağın tüm iğrençliklerine dair sağlam lafları olan bir yönetmenin ismi Aşk olan bir film çekmesi zaten yeterince ilginçken, Aşk’ı nasıl anlattığı benim için ayrı bir merak konusuydu haliyle. Ancak Haneke sadık izleyicilerini çok şaşırtmamış ve her zamanki rahatsız ediciliğinden ödün vermemiş.
Bir Haneke filmi izlemeyi zorlaştıran şeylerden biri, yönetmenin klasik seyirciyi o çok sevdiği katarsis duygusundan mahrum etmesidir. Filmlerinin büyük kısmında özdeşim kuracak bir karakter, filmin içine girmenizi sağlayacak bir yapı yoktur. İzlediğinizin bir film olduğunun farkında olmanızı sağlayarak sizi sürekli düşünmeye zorlar. Amour’da da aynı özellik devam ediyor. Filmin ana karakterleri 80’li yaşlardaki Anne ve Georges (tıpkı daha önceki 5 filminde olduğu gibi aynı isimleri kullanıyor). Beyazperdede genç, güzel ve sağlıklı bedenler izlemeye alışmış ve bunu talep eden seyirci için özdeşleşmesi zor karakterler. Üstelik Anne aniden hastalanıyor ve günden güne kötüleşirken Georges’in özveriyle ona bakmasına tanık oluyoruz. Anne’in adım adım ölüme yaklaşmasını izlemek, hiç yaşlanmayacak ve ölmeyecek gibi yaşayan bizlere bu gerçeği hatırlattığı için rahatsızlık verici elbette. Oldukça ağır temposuyla, böyle duygusal bir konuyu asla ajitasyona kaymadan, gerçekçi ve acımasızca anlatabilmek ancak Haneke gibi bir ustadan beklenebilir sanırım. Ondan beklenmeyen şey daha önceki filmlerinde rastlanmayan ama Amour’un tüm havasına sinmiş olan dinginlikti.
Peki usta yönetmenin aşk tarifi nasıldı? Bizim çok iyi bildiğimizi sandığımız, uğruna süründüğümüz ama ömrü en fazla 3 yıl süren “aşk”tan bahsetmiyor Haneke. Tek kızları Eva’nın sevgisiz evliliğinin aksine ve günümüzün dejenere ilişkileri içindeki çoğu kişinin yaşayamayacağı şekilde bir bağlılık, özveri ve sevgi söz konusu olan. Belki de filmin adını Aşk değil de Sevgi olarak çevirmek gerekirmiş. En zorlu düşmanı zamana karşı direnmiş ve son sınavını da ölüme karşı vermekte olan… 

5 Ekim 2012

To Rome with Love

Woody Allen kuşkusuz en üretken yönetmenlerden biri. Senaryosunu yazdığı yaklaşık 70 film, yönettiği ise 40 film var. Bunların birçoğu gerçekten unutulmaz filmler, ancak bir kısmı ise dürüstçe söylemek gerekirse vasatı aşamıyor. Son filmi To Rome with Love’ın kaderi de ne yazık ki bu ikinci gruptaki filmlere dahil olmak. Bilenler bilir Woody Allen’ı çok severim ve çektiği film ne kadar berbat olursa olsun oturup izlerim ama eğer kötüyse de açıkça söylemekten çekinmem. Buradan To Rome with Love’ın kötü bir film olduğunu düşündüğüm anlaşılmasın lütfen ama bir şaheser değil karşımızdaki.
Woody Allen’ın bir New York aşığı olduğu, ancak rota değiştirerek hikayelerini 2005’ten beri Avrupa’da anlattığı malumunuz. Londra, Barcelona ve Paris’ten sonra sıranın Roma’ya gelmesi kaçınılmazdı. Bu güzelim şehirleri yönetmenin sıradışı hikayelerine fon oluştururken izlemek çok zevkli elbette. Ancak işin acı tarafı bu Avrupa macerasının Allen’ın kendi ülkesinde filmleri için para bulamamasından kaynaklanması. Woody Allen gibi büyük bir yönetmenin para bulamıyor olması çok ilginç ve üzücü, yine de bu mecburiyet biz izleyiciler için keyifli bir seyre dönüşüyor ki o da işin güzel tarafı.  
To Rome with Love’da dört ayrı hikaye izliyoruz, birbiriyle hiç temas etmeyen farklı hikayeler bunlar. Kızlarının İtalyan nişanlısı ve ailesiyle tanışmak üzere Roma’ya gelen Amerikalı bir çift, kız arkadaşının en yakın arkadaşına aşık olan genç bir mimar, bir sabah uyandığında kendisinin sebepsiz bir şekilde ünlü olduğunu fark eden sıradan bir adam ve İtalyan yeni evliler filmin kahramanları. Tahmin edileceği üzere olaylar bir noktadan sonra sarpa sararak tantanalı bir hale geliyor ve elbette ki Allen’ın o hınzır mizahından bolca nasibini alıyor. Filmin odağındaki ana tema aşk, ancak medya, şöhret, müzik gibi alanlar da yönetmenin eleştirilerinden kurtulamamış. Zekice yazılmış diyaloglara değinmeme gerek bile yok, çünkü bir Woody Allen filminin olmazsa olmazı nefis diyaloglarıdır ve evet bence hafif çatlak da olsa O bir dahi.


Gelelim oyunculara. Beyazperdenin en güzel kadınlarından Penelope Cruz son derece doğal bir biçimde rolünün hakkını vermiş. Roberto Benigni göründüğü bütün sahnelere ayrı bir keyif katıyor. Alec Baldwin, Ellen Page ve Jesse Eisenberg’e de birer alkış. Artık nadiren kamera önüne geçen Woody Allen’ı izlemeyi özlemişim, her zamanki gibi adeta kendisini oynuyordu. Başrollerden biri de tabi ki Roma’ya aitti, meşhur Aşk Çeşmesi, Collesium, İspanyol Merdivenleri ve sokakları ile herkesten rol çaldı.  
Yönetmenin takipçileri To Rome with Love’ı zaten kaçırmayacaktır. Midnight in Paris’in gazıyla sinemaya gidecek olanlar ise bir parça hayal kırıklığına uğrayabilir. Evet, bir başyapıt değil ama yine de sıkılmadan, eğlenerek geçireceğiniz iki saatiniz garanti.  Son olarak, filme çekmek için yığınla fikrim var diyen Woody Allen’a da uzun ömürler dileyerek yazıyı noktalayalım. 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...