Sayfalar

29 Temmuz 2013

Maniac / Manyak


    Hiç aklınıza gelir miydi bizim sevimli, cesur Hobbit'imiz Frodo büyüsün ve psikopat bir katile dönüşsün. Gerçi Elijah Wood, Sin City'de ne kadar gözü dönmüş bir manyak olabileceğini cümle aleme ispatlamıştı ama böylesi rollere bu denli yakışacağını hiç düşünmemiştik. 
   Maniac, 1980 tarihli aynı isimli bir başka filmin yeniden çevrimi. Ana karakterimiz Frank, görünürdeki işi olarak gündüzleri vitrin mankenlerini restore ederken, geceleri de genç ve güzel kadınları öldürmekle meşgul oluyor. Sadece öldürmekle de kalmayıp kafa derilerini yüzüyor ve hatıra niyetine saçlarını alıyor. Buraya kadar sıradan bir seri katil hikayesi gibi geldiyse durun hemen karar vermeyin. Bu hikayede katili kovalayan polisler, ipuçları peşindeki zeki adamlar yok. Bu film tamamen katilin gözünden, onun hikayesini anlatıyor. Bunu desteklemek için kullanılan "point of view" tekniği ise gerçekten dahice olmuş. Tüm filmi Frank'in bakış açısından, onun gördüğü şekilde izlemek değişik bir film izleme deneyimi sunuyor. Özellikle ana karakter cani bir psikopat olunca işlediği tüm cinayetleri onun gözünden birebir izliyor, adeta eyleme dahil olmaya zorlanıyorsunuz. Ancak uyarmam lazım, bu durum benim gibi midesi hassas izleyiciler için biraz zorlayıcı olabilir, çünkü ne Frank ne de yönetmen kan kullanımı konusunda elini hiç korkak alıştırmamış. 
    Maniac biçim konusunda bu kadar başarılıyken, iş içeriğe gelince ne yazık ki aynı performansı göremiyoruz. Frank'in, amiyane tabirle, kafayı sıyırmasının nedeni olarak sunulan "mother issues" durumu artık fena halde baydığından olsa gerek "amaan yine mi" dedirtiyor. Abartılı şiddet meselesine hiç girmek istemiyorum. Finaldeki absürtlüğü de spoiler vermemek için atlarsam, 89 dakikalık biçimsel şölenden başka bir şey kalmıyor. 
     Filmin yönetmeni Alexandre Aja'nın yine gerilim türündeki diğer filmlerini izlemişliğim yok ama Maniac'ı biçimsel açıdan iyi kotardığına göre, içeriği de hallederse kendisinden eli yüzü düzgün işler bekleyeceğimiz ortada. Tekrar Elijah Wood'a gelirsek, aynaya baktığı birkaç sahne dışında kamera önünde yer almadığını düşündüğümüzde, bu filmle bedava para kazandığını söyleyebiliriz. Tarifesinde bi indirim yapmıştır muhakkak. 
      Özet olarak; mideniz sağlamsa, başarılı bir point of view tekniği izlemek istiyorsanız ve gerilmekten hoşlanıyorsanız Maniac'ı tavsiye edebilirim. Aksi takdirde hiç bulaşmayın.

11 Temmuz 2013

Spike Lee'nin Oldboy'undan İlk Fragman


     Favori filmlerim arasında yer alan Oldboy'a 10 yıl sonra Hollywood tarafından el atıldı. Uzakdoğu filmlerinin Amerikan usulü yeniden çevrimlerinden hiç haz etmem ancak kamera arkasındaki isim Spike Lee olunca iyi bir şeyler çıkabilir umudu taşıyorum. Filmin ilk fragmanı da hiç fena görünmüyor doğrusu. Tamamı için ise ekim ayını bekleyeceğiz. 


24 Haziran 2013

Post Apokaliptik Bir Zombi Cehennemi: World War Z

Çok fazla zombi filmi seyretmişliğim yoktur. Seyrettiklerim arasında en beğendiklerim ise sadece 28 Days Later (28 Gün Sonra) ve I’m Legend (Ben Efsaneyim) oldu şimdiye kadar. George A. Romero’nun yaşayan ölülerini ise zombi sineması içinde çok ayrı bir yere koyarım elbette. Beyazperdeye yansıyan korku ve dehşetin arka planında sağlam bir kapitalizm eleştirisi yapan Romero’nun filmlerindeki zombiler sadece bir korku figüründen çok daha fazlasını temsil etmekteydi. Zamanla içi boşalan her şey gibi zombiler de Hollywood’un sıradan korku nesnelerine dönüştü. Esas kahramanı kovalamak ve bu arada yaşanan her tür aksiyonla izleyiciyi koltuğunda germekten başka bir amaca hizmet etmez oldu.  World War Z de ne yazık ki bu akımdan kaçamamış ve eleştirel açıdan bir şey söylemeyen ama gerilimi ve aksiyonu bol bir “büyük prodüksiyon” olmaktan öteye geçememiş.
Zombi filmi diyerek başladım ama aslında WWZ’nin bir salgın hikayesi ya da post-apokaliptik bir film olduğunu da söylemek mümkün. Konusu kısaca eski bir BM çalışanı olan Gerry’nin salgının nedenini ve tabi ki çaresini bulmak üzere göreve geri çağrılmasına ve Kuzey Kore, İsrail ve Galler arasında yaptığı tehlikeli yolculuğa dayanıyor. Bekleneceği üzere pek çok tehlike ve talihsizlikle mücadele ediyor ama cesur bir esas kahraman olarak hepsinin üstesinden geleceğini zaten daha izlerken biliyoruz.  Film bilinen bütün Hollywood klişelerini başarıyla kullanıyor ama asıl başarısı tüm bu klişelere rağmen izleyiciyi gerim gerim germeyi ve hatta bir iki sahnede yerinden zıplatmayı becerebilmesi. Takdir edersiniz ki hem tahmin edilebilir olup hem de gerilim yaratabilmek pek kolay bir iş değil. Filmde alışılmayan sadece iki şey vardı; birincisi hiç kan görmedik. Bilinçli bir tercih olarak her türlü potansiyel dehşet sahnesinde kamera kibar bir leydi gibi başını çevirivermiş. İkinci anti-klişe ise uyuşukluklarına alıştığımız zombilerin tazı gibi koşmasıydı.  


Filmografisine baktığımızda yönetmen Marc Forster’ın WWZ’ye gelene kadar türler arasında gezindiğini görüyoruz. Monster’s Ball (Kesişen Yollar, 2001), Finding Neverland (Düşler Ülkesi, 2004) ve Quantum of Solace (2008) gibi farklı türde filmlere imza atan yönetmen, bir blockbuster’ın nasıl altından kalkılacağını biliyor olmalı. Evet başta filmi “içi boş bir büyük prodüksiyon” olarak nitelendirmiş olabilirim ama iyi film kriterlerinizden “eleştirel bakış açısını” çıkarırsanız WWZ temposu yerinde, başarılı ve amacına ulaşan bir film. Amaç ne mi?! İzleyiciyi iki saatliğine gerçek dünyadan koparmak. Ancak virüsün kaynağı ve nedenlerine ilişkin sağlam göndermeleri olan bir senaryo ararsanız ne yazık ki hayal kırıklığına uğrayacaksınız.
Filmin yıldızı Brad Pitt’e gelirsek… Bir miktar yaşlanmakla birlikte oyunculuk kalitesi ve karizmasından hiçbir şey kaybetmeyen Pitt’in tek adam olarak filmi sırtladığını ve bunda hiç sırıtmadığını gönül rahatlığıyla söylemek mümkün. Diğer oyuncular ise kısa rolleriyle kayda değer bir iz bırakmıyorlar.
Sonuç olarak eğer siz de benim gibi zombi filmi fanatiği değilseniz, bolca kan, vahşet, kopan uzuvlar vs. görmek istemiyorsanız ve şu ara sadece kafanızı boşaltacak bir şeyler izleme derdindeyseniz World War Z’yi beğeneceksiniz demektir. Gelen dedikodular arasında devam filminin çekilebileceği olduğunu da ek bir bilgi olarak verelim.  

21 Mayıs 2013

The Great Gatsby / Muhteşem Gatsby


Muhteşem Gatsby’i ilk defa okuduğumda o kadar beğenmiş ve etkilenmiştim ki yayınlandığı dönemde okuyucu bulamamış olması beni çok şaşırtmıştı. 1925 yılında yayınlanan bu güzelim romanın ancak II. Dünya Savaşı sıralarında, F. Scott Fitzgerald öldükten sonra popülerleşmesi yazarı için çok büyük bir talihsizlik. Başarısız bir yazar olduğunu düşünerek ölen Fitzgerald umarım Baz Luhrman’ın The Great Gatsby yorumundan bir şekilde haberdardır ve kendisine haksızlık ettiğini anlamıştır.
Hikâye 1920’li yılların Amerika’sında geçiyor, yani yazarın deyimiyle Caz Çağı’nda. Bir yandan ekonomik bunalım kapıda, diğer yanda kentler hızla büyüyor, sosyal yaşam hareketleniyor. Anlatıcı Nick Carraway’ın ağzından, Jay Gatsby isimli gizemli karakterin hayatını öğrenirken fonda ise dönemin sosyal ve kültürel şartlarına tanık oluyoruz. Gatsby’nin geçmişi hakkında yapılan spekülasyonlar “katil” ve “savaş kahramanı” gibi iki ayrı uç arasında gezinecek kadar çeşitli. Oysa ki aslında onunla ilgili bilinmesi gereken tek gerçek Gatsby’nin sadece tutkulu, akıllı ve hiçbir zaman umudunu kaybetmeyen bir adam olduğu ve unutamadığı Daisy’e duyduğu aşk.
Tüm bunları, yani hem bir adamın hem de dönemin ruh halini kitaba aynen sadık kalarak, üstelik de hiç sırıtmayan süslemelerle aktarmak her babayiğidin harcı değil elbette. Romeo+Juliet (1996) ve Moulin Rouge (2001) gibi dramatik aşk filmlerini görkemli bir görsellikle aktaran Baz Luhrman bu açından The Great Gatsby için çok isabetli bir yönetmen olmuş. Caz dönemi ve Gatsby’nin meşhur partileri bütün ihtişamı ve şaşası ile kostümlerden dekor tasarımlarına kadar en ufak ayrıntısı bile düşünülerek canlandırılmış. Müzikler ise adeta kendi başına ayrı bir karakter gibi fonda olduğu her sahneye ayrı anlam katıyor. Baz Luhrman’ın diğer iki filminden de aşina olduğumuz gibi günümüzün popüler şarkılarını farklı yorumlarla duymak filmin güzel sürprizlerindendi. Lana Del Rey, Beyonce, Jay Z gibi isimlerin yer aldığı soundtrack’te birinciliği ise U2 şarkısı Love is Blindness cover’ıyla Jack White’a veriyorum. 


Belki izleyenler vardır; The Great Gatsby’nin 1974 tarihli uyarlamasında Jay Gatsby rolünü Robert Redford canlandırmıştı ve bana göre çok da başarılıydı. 2013 versiyonunda ise Leonardo Di Caprio’nun ismini görmek başta biraz canımı sıksa da filmi izleyince fikrim değişti. Gatsby’nin kimi zaman heyecanlı, güçlü ve iyimser kimi zaman da güvensiz, öfkeli ve tutkulu değişken ruh hallerine beklemediğim bir ustalıkla hayat vermiş. Daisy rolündeki Carey Mulligan ise zaten haz etmediğim bir oyuncuydu, film boyunca değişmeyen “kapıya sıkışmış civciv” yüz ifadesiyle iyice sevimsiz geldi.
Filmle ilgili söyleyebileceğim tek olumsuzluk 3D çekilmiş olması. Zaten 3D’yi hiç sevmeyen, o gözlüklerden sıkılan biri olarak The Great Gatsby’nin neden üç boyutlu gösterildiğini anlamadım açıkçası. Bence bu film 3D olmadan da güzelliğinden ve etkileyiciliğinden bir şey kaybetmezdi.
Lafı fazla uzatmayalım. Hem kitaba sadık kalarak hem de kendi auteur kimliğini yansıtarak böylesine güzel bir film ortaya koyduğu için Baz Luhrman ne kadar alkışlansa yeridir.  Film hakkındaki "aşk filmi" ya da "kız filmi" yakıştırmalarını kulak ardı edin ve bir adamın hüzünlü hikayesini kaçırmayın.  

19 Mayıs 2013

Gece Gelen


   Bu blogta kitap önerileri yer almıyor aslında. Ama sevdiğim bir dostumun ilk kitabı için bir istisna yapabilirim sanırım. Tabi sadece yazarı tanıyorum diye torpil geçtiğim düşünülmesin lütfen. Üç günde (iki bile olurdu ama vakitsizlik diyelim) bitirdiğim Gece Gelen müthiş bir hayal gücü yazılmış, son derece heyecanlı ve sürükleyici bir roman olmuş. Türkçe yazılmış fantastik kitapların niceliği ve niteliğinden bihaberim ve elbette bir otorite değilim ancak Gece Gelen'in bu tür için, özellikle "vampir edebiyatı" için aranan taze "kan" olduğunu söyleyebilirim.  
   Paralel kurguyla ilerleyen roman hem günümüzün İzmir'inde hem de 1648 yılının Balkan topraklarında geçen iki hikaye anlatıyor. Seçilmiş kadın Alev ve Kayıp Yedinci Kıtanın Kraliçesi Shtriga'nın gizemlerle dolu hikayesini okudukça karakterler, mekanlar ve olaylar gözünüzün önünde canlanıyor, sinematografik bir tat alıyorsunuz. Tabi bunda yazar Ulaş Işıklar'ın bir çok kısa filme sahip bir yönetmen ve Radyo Televizyon Sinema Bölümü doktora öğrencisi olmasının payı büyük. Baştan söyleyeyim okuduktan sonra Gece Gelen'in devamı için sabırsızlıkla bekleyenler arasına siz de katılacaksınız. Ve umarım bir gün bu blogta Gece Gelen'in sinema uyarlamasını da yazmak kısmet olur. 

8 Mayıs 2013

Dipteyim, Sondayım, Depresyondayım: Side Effects / Acı Reçete


      Bir filmi izlerken onun yönetmeninin son filmi olduğunu bilmek tuhaf bir duygu. Hem de yönetmenin kendisi hala hayattayken. Side Effects'in son filmi olduğunu açıklayan Steven Soderbergh filmografisi farklı türler arasında gezinen, ancak hangi türe el atarsa atsın eli yüzü düzgün işler ortaya koyabilen bir yönetmen. Neden böyle bir karar verdi bilinmez ama kendisinin yerinde olsaydım kapanışı Side Effects gibi bir film ile yapmazdım. 
     Malumunuz günümüz insanının en büyük hastalığı depresyon. Psikiyatrlar, psikologlar, anti-depresanlar artık hayatımızın normal bir parçası haline geldi. Ve elbette ortada büyük bir pazar söz konusu. Soderbergh de çıkış noktası olarak tam bu konuyu alıyor. Eşi hapisten yeni çıkan depresyondaki Emily başarısız bir intihar girişiminden sonra Dr. Banks ile terapiye başlar ve tabi ki bir terapinin olmazsa olmazı olarak anti-depresanlara da. Sonrasını spoiler vermeden anlatmak zor ama filmin özetinde yazıldığı gibi Emily ve Dr. Banks arasında romantik bir ilişki olmayacağını belirtmekle yetinelim.    
     Film ilk yarısında, ilaç sektörüne ve ilaçların yan etkilerine sağlam göndermelerde bulunarak ilerliyor. İnsanların sıradan bir vitamin gibi anti-depresan kullanmaları, hatta birbirlerine tavsiye etmeleri, bu "mutluluk hormonu sağlayıcıları"na bir nevi bağımlı hale gelmiş olmaları tam da Soderbergh'ten beklendiği üzere eleştirel bir bakış açısıyla sunulmuş. İlaç firmaları ve doktorlar arasındaki duygusal (?) ilişkiye de değinmeden geçmemiş yönetmen. Ancak ikinci yarıyla birlikte film tam anlamıyla makas değiştirerek psikolojik gerilim yaratma, sürpriz sonla izleyiciyi şaşırtma derdine düşüyor. Hastaları doktorların ve ilaç firmalarının bir kurbanı olarak izleyeceğimizi zannederken, bir anda işin rengi değişiyor. Tamam bu renk değişikliği, ters köşeler falan izleyicinin hoşuna gidiyor olabilir ama hikayenin başka bir yöne evrilmesi ilk yarıdaki anti-depresanlar ve ilaç sektörü üzerinden yapılan toplumsal eleştiriyi tamamen sıfırlamaktan başka bir işe yaramamış ne yazık ki. 


     Son olarak oyunculara da değinmeden geçmeyelim. Dr. Banks rolünde Jude Law pek tabi ki şahane, muhteşem, kelimeler kifayetsiz. Kendisi doktorum olarak zehir versin, gözümü kırpmadan içeyim. Rooney Mara donuk yüz ifadesiyle depresyondaki birini canlandırmak için çok isabetli bir tercih olmuş. Catherine Zeta Jones yaşlanmasına yaşlanmış ama mihrap hala yerinde diyebiliriz. Bu arada kendisi de manik-depresif teşhisle tedavi görüyormuş, acil şifalar efendim. Channing Tatum mudur nedir adında memenet yok, iyi ki de rolü kısaydı. Testosteron yüklü aksiyon filmlerine daha çok yakışır kanısındayım. 
      Başta da söylediğim gibi Side Effects bir yönetmenin son filmi olmak için son derece yanlış bir tercih. Umarım Steven Soderbergh de bu kararından vazgeçer ve yakın zamanda yeni filmlerinin müjdesini verir. Belki kendisi de depresyonda olduğu için böyle bir açıklama yapmıştır kim bilir...

18 Nisan 2013

66. Cannes Film Festivali Programı

   
  En prestijli sinema olaylarından 66. Cannes Film Festivali bu sene 15-25 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek. Jüri başkanlığını Steven Spielberg'in üstlendiği festival programı bugün açıklandı. Açılışı Baz Luhrman'ın son filmi The Great Gatsby ile yapılacak olan festivalin afişi de bence bir harika olmuş. Yarışma bölümündeki filmlere bakılırsa jürinin işi zor olacağa benziyor: 

Yarışma Bölümü 
Valeria Bruni Tedeschi - Un château en Italie
Ethan Coen, Joel Coen - Inside Llewyn Davis
Arnaud Despallieres - Michael Kohlhaas
Arnaud Desplechin - Jimmy P.
Amat Escalante - Heli
Asghar Farhadi - Le Passé
James Gray - The Immigrant
Mahamat-Saleh Haroun - Grisgris
Jia Zhangke - Tian Zhu Ding
Hirokazu Koreeda - Soshite Chichi Ni Naru
Abdellatif Kechiche - La Vie d’Adele
Takashi Miike - Wara No Tate
François Ozon - Jeune et Jolie
Alexander Payne - Nebraska
Roman Polanski - La Vénus À La Fourrure
Steven Soderbergh - Behind the Candelabra
Paulo Sorrentino - La Grande Bellezza
Alex Van Warmerdam - Borgman
Nicholas Winding Refn - Only God Forgives

Un Certain Regard (Belirli Bir Bakış)
Sofia Coppola - The Bling Ring 
Hany Abu-Assad - Omar
Adolfo Alix Jr. - Death March
Ryan Coogler - Fruitvale Station
Claire Denis - Les Salauds
Lav Diaz - Norte, Hangganan Ng Kasaysayan
James Franco - As I Lay Dying
Valeria Golino - Miele    
Alain Guiraudie - L’inconnu du Lac
Flora Lau - Bends
Rithy Panh - L’image Manquante
Diego Quemada-Diez - La Jaula de Oro
Muhammed Rasoulof - Anonymous
Chloé Robichaud - Sarah Préfére la Cource
Rebecca Zlotowski - Grand Central
                          
Özel Gösterimler
Stephen Frears - Muhammed Ali’s Greatest Fight
Roberto Minervini - Stop the Pounding Heart
Roman Polanski - Week End of a Champion
James Toback - Seduced and Abandoned
Taisia Igumentseva - Otdat Konci

Yarışma Dışı Filmler
J. C. Chandor - All is Lost
Guillaume Canet - Blood Ties


16 Nisan 2013

Seven Psychopaths / Yedi Psikopat

     
   Bir ipte iki cambaz oynamaz derler, peki bir filmde yedi psikopat yer alırsa neler olur? Merak edenler için sorunun cevabını yönetmen Martin McDonagh ikinci filmi Seven Psychopaths'te veriyor. İsmi  "Yedi Psikopat" olan bir senaryo yazmaya çalışan Marty'nin elinde başlıktan başka bir fikir yoktur. Yarı çatlak arkadaşı Billy ise suç ortağı Hans ile birlikte köpek kaçırıp, karşılığında konulan ödülü alarak geçinmektedir. Bir gün bu ikili psikopat bir gangsterin köpeğini kaçırınca işler sarpa sarar. Bundan sonrası birbirinden ilginç karakterler, bolca gariplik ve akıl almaz yan öykülerle ilerliyor. Aslında bahsettiğim bu hikaye yapısı bir miktar tanıdık gelebilir. Kendisi dışında gelişen tuhaf olayların ortasında kalan ana kahramanın başka karakterlerle kesişen, kara mizah ve suç karışımı öyküsü daha önce pek çok filmde karşımıza çıktı. Ancak Seven Psychopaths'in başarısı, tanıdık bir izleği klişelerin tuzağına düşmeden, zekice yazılmış diyaloglar ve iyi oyunculuklarla anlatabilmesinde yatıyor. Temponun zirve yapması gereken yerde filmin durağanlaşması, son anda gerçekleşmesi beklenen bir ters köşenin veya absürt tesadüflerin olmaması filmi Holywood'daki türdeşlerinden ayıran en önemli özelliği. Zaten Holywood karşıtlığını filmin süper diyaloglarında da yakalamak mümkün. Bütün bunlar Seven Psychopaths'i uzun zamandır izlediğim en iyi suç filmi yapmaya yetiyor da artıyor. 
      Filmin yedi psikopatına gelirseek... Baş psikopat Billy rolünde Sam Rockwell bence bir harika. Öyle ki Billy gibi kankam olsun istedim bi an. Her ne kadar (ve nedense) underratted bir aktör olsa da Sam Rockwell her zaman benim favorilerim arasında yer almıştır zaten. Colin Farrell ve Küçük Emrah kaşları hakkındaki düşüncelerimi daha önce paylaşmış olmalıyım, iyi bir oyuncu olabilir ama o kaşlar havaya kalktığı an, en dramatik sahnede bile gülme basıyor elimde değil. Christopher Walken yaşayan bir efsane, yorum yapmak bile gereksiz. Filmin hayvan sever psikopatları olarak Tom Waits ve Woody Harrelson'ın yer aldığı sahneler de oldukça keyifliydi. Açılışta Michael Pitt ve Michael Stuhlbarg'ın arasındaki diyalog sahnesi ise bendenizin de aralarında bulunduğu Boardwalk Empire izleyicileri için hoş bir sürpriz olmuş. Oyuncularla ilgili son bir not: filmin afişinde Abbie Cornish ve Olga Kurylenko'nun da psikopatlar arasında gösterilmesine aldanmayın, demezsem çatlarım hiç alakaları yok.  



    Martin McDonagh'ın, In Bruges gibi beğenilen bir filmden sonra yeni çalışmaları merakla beklenen bir yönetmen haline gelmesi kaçınılmazdı. 4 yıl aradan sonra çektiği Seven Psychopats bu açıdan belki de yönetmenin kariyerinde önemli bir kilometre taşı olarak yer alacak. Seven Psychopaths'teki incelikli Holywood eleştirileri düşünülürse kendisinin ana akım tabir edilen kesimden uzak duracağını ileri sürmek ve hatta daha da ileri gidersek böyle yapmasını temenni etmek mümkün. Üçüncü filmini merakla bekliyoruz. 

Spoiler: Filmin Vietnamlı psikopatı için gerçek bir karakterden esinlenildiğini biliyor muydunuz? İlham kaynakları için buraya ve buraya.

7 Nisan 2013

Passion / Öldüren Tutku

   
     Verdiği uzun aradan sonra Brian De Palma'nın Passion'ı sinefiller tarafından merak edilen filmler arasındaydı. Carrie, Scarface, Blow Out gibi filmleri çekmiş bir yönetmenden bahsediyoruz sonuçta. Son dönem filmleri eski günlerini fazlasıyla aratsa da De Palma bu, Akasya Durağı'nın film versiyonunu yapsa gidip izleyeceğiz mecbur. Bu yüzden ticari gösteriminden çok önce Filmekimi'nde izlemiştim Passion'ı. Ancak izledikten sonra filmi sevip sevmeme konusunda içine düştüğüm ikilem yüzünden hakkında bir post yazmayı sürekli ertelemiştim. Şimdi ticari gösterimi vesilesiyle karalayalım bişeyler..  
     Passion usta yönetmenin eski kült filmlerinden fazlasıyla izler taşıyor aslında. Bir cinayet etrafında şekillenen entrikalı ve gizemli olay örgüsü, yönetmenin kendine has estetik anlayışı ile birleşince tipik bir De Palma filmi ortaya çıkmış. Amma ve lakin Passion, bir Dressed to Kill ya da Blow Out değil ne yazık ki. Filmi birlikte izlediğim arkadaşımın yakıştırdığı gibi daha çok "plazada çalışan kadınların çekişmesini anlatan bir Türk dizisi" tadında olmuş. Ana karakterler saftirik görünümlü Isabelle ve hayran olduğu patronu Christine. Benzer bir ilişki Isabelle ve kendi sekreteri Dani arasında da var. Fettan Christine bizim saftiriğin projesinin üzerine yatınca Isabelle bir intikam planı hazırlıyor ancak film ilerledikçe bu üç kadın arasındaki entrikanın haddi hesabı kalmıyor. İşin içine bir de cinayet karışınca her şey bir kara filme uygun olmuş denebilir. Ancak ne yazık ki bu kadar entrikanın ortasında ya da cinayet geriliminin ardında hiçbir gizem yok, De Palma'nın sormaya çalıştığı bilmecenin cevabı kabak gibi ortada duruyor ve finalde hiç şaşırmıyorsunuz. Ancak belki de plaza vb. her türlü iş ortamındaki kadın kıskançlığı ve çatışmalarına aşina olmayanlar için sürpriz olmuş olabilir. Bu açıdan filmin ana karakterlerinin kadın olması ve erkeklerin ikinci plandaki piyon konumu son derece yerinde bir tercih olmuş. 


     Olay örgüsü ve karakterlerin klişeliğini bir tarafa bırakırsak Passion bir yandan izlemesi keyifli bir film. Çünkü De Palma'nın sinemasını sevenler ve bilenler için eski tatlar bekliyor. Işıklandırma, renkler, kadraj seçimi, gözetleme fetişi ve tabi ki bölünmüş ekran gibi De Palma'nın alamet-i farikası teknikler filmin en büyük artıları. 
     Yine de tüm bunlar Passion'ı iyi bir film yapmaya yetmiyor. Bir De Palma filminin vaadettiği hiçbir şeyi bulamıyoruz. Gizem yok; çünkü katilin kim olduğu, cinayeti neden işlediği kolayca tahmin edilebilir. Erotizm eh işte; çünkü modern "femme fatale"lar olarak sunulan Isabelle ve Christine arasında olduğuna inanmamız beklenen çekim oldukça zayıf. Gerilim vasat; çünkü merak unsurunun olmadığı yerde izleyiciyi germek pek mümkün değil. Sonuç olarak senaryo açısından vasat ancak teknik bakımdan nostaljik lezzetler taşıyan bir De Palma filmi var ortada. Bu yüzden ben ikilemde kaldım, ya siz ne dersiniz?

4 Nisan 2013

Michael Haneke Belgeseli

     Yaşayan en büyük yönetmenler arasında yer alan Michael Haneke kamera arkasında değil de önünde olursa ne olur? Yves Montmayeur tarafından yönetilen "Michael H. Profession: Director" belgeselinde bu sorunun cevabını öğreneceğiz sanırım. Usta yönetmenin sinemasına odaklanan belgeselin fragmanı yayınlandı. Fragmandaki Amour göndermesinin çok güzel bir fikir olduğunu belirtmeden geçmeyelim.

29 Mart 2013

The Imposter / Hayat Avcısı

     


     Neler oluyor şu hayatta dediğiniz durumlar vardır. Bir gazete haberi okursunuz, bir tanıdığınızdan duyarsınız ya da gerçek hayattan uyarlanmış bir film izlersiniz ve böyle düşünürsünüz. Yarı kurmaca yarı belgesel denebilecek The Imposter bu tarz bir film işte. Büyük bir sahtekarlık öyküsünü konu alan filmde hem gerçek kişilerle yapılan röportajlar hem de oyuncular tarafından canlandırılan kurmaca öykü birbirine öyle güzel eklenmiş ki baştan sona hiç sıkılmadan izleniyor. 
    Hikaye 1993 yılında Amerika Teksas'da kayıplara karışan 12 yaşındaki Nicholas isimli bir çocuğun üç yıl sonra İspanya'da bulunması ile başlıyor. Ancak daha filmin başında bulunan kişinin aslında kayıp Nicholas olmadığını öğreniyoruz. Öyle ki bu kişinin Nicholas'la uzaktan akraba olmasına bile imkan yok çünkü sarışın ve mavi gözlü Nicholas'ın aksine diğer çocuk esmer ve kahve rengi gözlere sahip, 23 yaşında ve hatta Amerikalı bile değil. Bütün bunları başta öğrenmek filmin aleyhine işlemediği gibi sonrasında neler olacağına dair büyük bir merak uyandırmaya yarıyor. Nicholas'ın ailesi bu işe uyanmayacak mı, yetkililer ne yapacak, Nicholas olduğunu iddia eden kişi aslında kim gibi sorular bir buçuk saat boyunca ilgi ve heyecanı canlı tutuyor. Filmin ikinci yarısında olayın bambaşka bir boyutu olabileceği ihtimalinin ortaya çıkması ise tam anlamıyla şok edici. 
     Filmin yönetmeni Bart Layton'ın bana göre en büyük artısı hem aile hem de sahte Nicholas (spoiler olmasın isim vermeyelim) tarafının ve olayın diğer müdahillerinin yorumlarını tarafsız biçimde sunması. Bir yerden sonra olaylar boyut değiştirdiğinde bile gerçekten kimin suçlu, kimin mağdur olduğuna dair kimseyi işaret etmeden, kafaları karıştırmak pahasına muğlak bir finalle bizi başbaşa bırakıyor. Neye inanacağınız tamamen size kalmış. Ne yazık ki çok az salonda gösterime girmiş bu etkileyici belgesel-kurmaca filmi kaçırmayın.

26 Mart 2013

Gelmiş Geçmiş En Saçma Ölüm Sahneleri

       Geçenlerde internette bir sitede "sinemadaki en saçma ölüm sahneleri" üzerine bir top 10 listesine rastladım. İçlerinde iki tane de Türk filminin olması, üstelik birinci ve üçüncü sırada yer almaları tabi ki göğsümü kabarttı. Bir tanesini hatırlarsınız belki; Karateci Kız, daha önce yine burada paylaşmıştım. Kendisi tüm zamanların en kötü ölüm sahnesi olma unvanını kaptırmış ama hemen üzülmeyin, aynı unvan bu sefer bir başka Türk filmine ait: Kara Murat Fatihin Fermanı. Neyse lafı uzatmayalım, videoyu gururla izleyelim. Listedeki diğer filmlerden bazılarını da paylaştım ancak hepsini izlemek için buraya tık


Aşağıdaki video ise Ricky Oh: The Story of Ricky filminin fragmanı. Emin olun bu kadar abuk sahneyi daha önce bir arada görmediniz. 


Majestelerinin karizmatik ajanı James Bond adam öldürmekte sınır tanımıyor.


Çabuk bana basket topu getirin çabuk!!

16 Mart 2013

Snow White Vs. Snow White


    Son zamanlarda beyazperdede bir Pamuk Prenses furyasıdır sürüyor. Tarsem Singh'in Mirror Mirror'unun ardından Snow White and the Huntsman geldi. Son olarak da İspanyollar Blancanieves ile farklı bir Pamuk Prenses uyarlamasına imza attılar. Hemen hemen aynı dönemde bu Pamuk Prenses ilgisi nereden çıktı bilinmez ama önümüzdeki günlerde farklı masal uyarlamaları görmeye devam edeceğiz gibi geliyor. 
    Malum, Pamuk Prenses masalının başı da sonu da belli. Bu yüzden üç yönetmen masalı kendine göre farklı tarzlarda ve hatta radikal değişiklikler yaparak uyarlamaya çalışmış. Üç filmin de masaldan farklılaştığı çok önemli noktalar var. Örneğin bir tanesinde prens yok, diğerinde prens var ama öpücüğü işlevsiz ve ötekinde ise Pamuk Prenses elmayı ısırmıyor bile. Tarz açısından bakarsak ise Mirror Mirror'un yönetmen Tarsem Singh'in alışıldık renkli görsel dünyasına uygun, biraz uçuk ve mizahi yönü ağır basan bir film olduğunu söyleyebiliriz. Snow White and the Huntsman yönetmen Rupert Sanders'in ilk filmi. Etkileyici ve karanlık bir masal dünyası tasarlanmış, ancak orijinal bir epik film olma derdindeymiş gibi kendisini fazlaca ciddiye alması filmin en büyük hatası. Blancanieves ise aslında içlerinde en farklı olanı ve hem siyah-beyaz görselliği hem de sessiz film olmasıyla diğer iki filmden açık ara önde. Yönetmen Pablo Berger ismini bir yere not almak lazım.   
     Şimdi gelelim masalın ana karakterleri bazında üç filmi kıyaslamaya...

Pamuk Prenses / Snow White











    Bilirsiniz Pamuk Prenses naif, kırılgan, elinden cücelerin ev işlerini yapmaktan başka iş gelmeyen, saftirik bir kızdır. Ancak üç filmin Pamuk Prenses'i de -yeni nesillere kötü örnek olmama adına- eli kılıç tutan, kötülere karşı bizzat kendisi savaşan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Pamuk Prenses rolüne en yakışan isim ise bence Mirror Mirror'daki Lily Collins. Cımbız yüzü görmemiş kaşları, çıtı pıtı sevimli halleriyle tam bir masal kahramanı olmuş. Yalnız filmin sonundaki Bollywoodvari şarkısı olmayaydı iyiydi. Kristen Stewart'a değinmeye gerek var mı bilmiyorum, tüm filmi karnı ağrıyormuş gibi bir yüz ifadesiyle tamamladı. Blancanieves'in Pamuk Prenses'i ise boğaları dize getiren bir matador (farklı bir uyarlama olduğunu söylemiştim değil mi?) ve Macarena Garcia tarafından başarıyla canlandırılmış. 

Kötü Kraliçe / Evil Queen











    Güzelliği ve kötülüğü dillere destan kraliçe rolü için birinciliği Charlize Theron'dan başkasına verirsem çarpılırım muhtemelen. Zaman zaman abartıları olsa da göründüğü her sahne ayrı bir muhteşem. Tek sorun sihirli aynasının bir aynadan çok siniye benzemesi. Baya güldüm, evet. Mirror Mirror'da Julia Roberts filmin tonuna uygun olarak kötü kraliçenin bir parodisi gibi, hatta o kabarık kostümlerin içinde Alice Harikalar Diyarı'ndaki kupa kraliçesine daha çok benziyor diyebilirim. Günümüzde geçtiği için Blancanieves'de bir kötü kraliçe yok ama gaddar üvey anne Encarna rolünde Maribel Verdu tam bir femme fatale olmuş. 

Yakışıklı Prens / Prince Charming











     Daha önce de söylediğim gibi günümüzün uyarlamalarında Pamuk Prenses kurtarılmayı beklemektense, eline kılıcını alıp dövüşmeyi tercih ediyor. Bu yüzden de beyaz atlı prensler biraz ikinci planda. Üstelik de son derece sıkıcılar. Bu yüzden ne Mirror Mirror'un çokoprensini ne de Snow White and the Huntsman'ın ezik tipli William'ını sevmedim. Zaten kendisinin Chris Hemsworth tarafından canlandırılan bir avcı yanında hiç şansı olmaz, olamaz. 

Avcı / Huntsman









    Hazır laf Chris Hemsworth'tan açılmışken kendisinin masal tarihinin görmüş olduğu en şükela avcı olduğunu belirtmek lazım. Onu elinde kah çekici (bkz. Thor) kah baltasıyla izlemeye alıştık ama artık farklı rollerde de yer alsa fena olmayacak. Mirror Mirror'da ve Blancanieves'de teorik olarak bir avcı yok aslında ama kraliçenin yancıları olarak Pamuk Prenses'e kötülük yapmaları bakımından bu kategoride yer almalarında bir sakınca görmüyorum. İlk filmin karikatürize tiplemesine nazaran kaytan bıyıklı Genaro Billbao çok daha kötücül. 

Yedi Cüceler / Seven Dwarfs











      Masalın olmazsa olmaz karakterleri yedi cücelerin en radikal sunumu ise Blancanieves'ten geliyor ve bizim madenci olarak bildiğimiz yedi kafadarlar filmde matador cüceler olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik de altı taneler. Mirror Mirror'da yedi cücelerin sunumu son derece matrak olmuş, Snow White and the Huntsman'ın cüceleri ise neredeyse The Hobbit'ten çıkmış gibiler.  

      Uzun lafın kısası, bir Pamuk Prenses uyarlaması izlemek istiyorsanız; hafif ve komik bir film için Mirror Mirror, içi boş aksiyon için Snow White and the Huntsman, biraz hüzünlü ama daha gerçek bir uyarlama için Blancanieves'i tercih edebilirsiniz. 

11 Mart 2013

Se7en Soundtrack / The Hearts Filthy Lesson

     Se7en'i izlemeyen kalmış mıdır? Tamam biraz saçma bir soru oldu, o zaman "Se7en'i izleyip de etkilenmeyen olmuş mudur?" diye düzeltelim. Oyuncuları, senaryosu, görselliği vs. her şeyiyle dört dörtlük olan filmin unutulmaz finalinin ardından kapanış jeneriğiyle birlikte David Bowie'nin bu müthiş şarkısı başlar ve zaten şok olmuş izleyici iyice koltuğuna yapışır. Şahsen bu filme bu kadar yakışacak başka bir şarkı daha aklıma gelmiyor. Filmi ve şarkıyı hatırlamak isteyenler lütfen böyle buyurun:


4 Mart 2013

Les Miserables

    
      Ne zaman bir müzikal film izlesem gerçek hayatın da böyle olabilme düşüncesi beni eğlendirir. Vapurda giderken ya da bir devlet dairesinde sıra beklerken insanlar birden şarkı söylemeye ve dans etmeye başlasa ya da arkadaşlar arasında nağmeli nağmeli konuşsak ilginç olurdu hakikaten. Ama bunu beyazperdede izlemeye gelince işin rengi değişiyor benim için. Güzel şarkılar ve yaratıcı bir koreograf söz konusuysa tamam ama filmin en can alıcı yerinde karakter şakımaya başlayınca elimde değil canım sıkılıyor. Bu yüzden, sevdiğin müzikal filmleri say deseniz Grease, West Side Story, Moulin Rouge ve Sweeney Todd'dan başka isim aklıma gelmez. Ne yazık ki Les Miserables da ileride hatırlayacağım filmler arasında yer almayacak, en azından iyi bir şekilde. 
     Victor Hugo gibi dev bir ismin defalarca uyarlanmış bir eserini tekrar filme çekmek riskli bir karar. Tolstoy'un Anna Karenina'sını farklı bir yorumla sunan Joe Wright bu riski kazanca dönüştürebilmişti. Les Miserables'ın yönetmeni Tom Hooper ise bu şansı ıskalamış görünüyor. Elbette kabul etmek gerekir ki Sefiller gibi bir eseri filme uyarlamak kolay iş değil. Artık dürüst bir hayata başlamak isteyen eski bir mahkum, sisteme sadık bir kanun adamı, çocuğu için saçı ve dişinden başlayarak vücudunu satmak zorunda kalan bir kadın gibi romanının kahramanlarının yaşadıkları çelişkiler, çaresizlikler, mücadeleler yeterince işlenmeden Sefiller'i anlatmış sayılmazsınız. İşte bu noktada film, ne karakterlerinin duygu durumlarını hakkıyla aktarabiliyor ne de hikayenin fonunu oluşturan devrim sonrası Fransa'sına dair anlamlı bir şeyler söyleyebiliyor. Bana göre bunun en büyük nedeni filmde şarkıyla söylenmemiş diyalogların yok denecek kadar az olması. Müzikal bir filmin şarkı ve diyalog dengesini iyi sağlamasının izleyeni sıkmamak adına önemli olduğunu düşünüyorum. Ama Les Miserables'ın her karakterinin derdini şarkıyla türküyle anlatması beni fazlasıyla baydı. Üstelik de bunu 2,5 saat gibi uzun bir süre boyunca izlemek gerçekten dayanılır gibi değil.   


     Neyse ki yıldız oyuncu kadrosu filmi bir nebze de olsa izlenebilir kılıyor. Bir kaç sene önceki Oscar Töreni'nde sergilediği performansla müzikale olan yatkınlığını gösteren Hugh Jackman göründüğü ilk sahneden başlayarak hiç zorlanmadan oynamış. Anne Hathaway'i pek sevmem ama hatun ödülleri sildi süpürdü artık bana laf düşer mi bilmem. Russel Crowe her zaman iyi bir oyuncu olmuştur, her rolün altından kalkmıştır ama şarkı söyleyemiyormuş öğrenmiş olduk. Helena Bonham Carter ve Sacha Baron Cohen ikilisinin olduğu sahneler ise sanki Tim Burton filminden copy-paste yapılmış gibiydi. Amanda Seyfried için de bir "eh işte" diyelim eksik kalmasın.
     Filmi izlerken aklımdaki tek şey "keşke bu film müzikal olarak çekilmeseymiş" düşüncesiydi. Veyahut sözünü ettiğim şarkı-diyalog dengesi tadında tutulsaydı ortaya gerçekten görkemli bir film çıkabilirdi. Belki de yönetmen Sefiller'i anlatırken, 2,5 saatlik şarkı şovuyla izleyiciyi de "sefil" ederek karakterlerle daha iyi empati kurmasını hedeflemiştir, kim bilir...  

27 Şubat 2013

Django Unchained

  
    Tarantino kadar filmlerini özlediğim başka bir yönetmen daha yok herhalde (Haneke dahil). Inglourious Basterds'dan üç yıl sonra kavuştuğumuz Django Unchained tipik bir Tarantino filmi olarak benim gibi fanları memnun edecek her şeye sahip: değişik bir hikaye, kendine has anlatım biçimi, Tarantino çılgınlığı ve iyi bir senaryo. Samuray filmleri, animeler, istismar filmleri, B tipi filmler gibi farklı türlerin ögelerini kopyala-yapıştır usulü bir araya getirerek özgün işler ortaya koymak her yiğidin harcı değil ve QT bunu yıllardır başarıyla gerçekleştiriyor. Kill Bill'de Uzakdoğu'ya uzanmıştı, Inglourious Basterds'da 2. Dünya Savaşı tarihini tekrar yazdı, Django'da ise western'e el atıyor. Tema ise tanıdık: İntikam!
     Amerikan İç Savaşı'nın 2 yıl öncesinde geçen filmde köle Django önce kendisini serbest bırakan kelle avcısı Dr. Schultz'la işbirliği yaparak kelle avlıyor, sonrasında da köle olarak çalıştırılan karısını kurtarmaya çalışıyor. Gerisi iyi oyunculuklar, mükemmel diyaloglar, güzel görüntüler eşliğinde keyifli bir seyirlik. Spagetti western'e bayılan bir yönetmen olarak Tarantino'nun türün önemli filmlerine ve ustalarına yaptığı göndermeleri farketmemek olanaksız. Örneğin 1966 tarihli Django filminin başrol oyuncusu Franco Nero'yu Mandingo dövüşü sahnesinde görmek ustaca düşünülmüş bir incelikti. Bu göndermeler ya da kimilerine göre "çakma"lar çoğu kişi tarafından kabak tadında bulunsa da şahsen ben hala zevk alıyorum. 
     Filmin etrafında dönen bir başka tartışma ise ırkçılık üzerine. Tarantino'nun hangi tarafta olduğuna dair kafası karışmışlar da var, yönetmeni ırkçı ilan edenler de. Bence şunu göz önünde bulundurmak gerekir; Amerika'nın tarihinde ırkçılık var mı var ve bu dönemde geçen bir film çekiyorsanız siyahlara "nigger/zenci" dendiğini, siyahları aşağılayan, eziyet eden ve bu muameleyi hakettiklerini düşünen beyazları göstermenizden doğal bir şey olamaz. Üstelik de başrolde, başlangıçta beyaz adamın yardımına muhtaç olsa da, sonrasında mücadelesini kendi başına veren bir siyah var. Ayrıca Django'nun bir kahraman olarak son derece estetize biçimde sunulduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Kısacası Tarantino'nun ırkçılık propagandası yaptığını düşünmüyorum, nokta. İkna olmayanlar için Ku Klux Klan sahnesini bir kez daha izlemelerini öneririm.


     Oyunculuklar da filmin bir başka keyifli yanını oluşturuyor elbette. Jamie Foxx Django için yaratılmış gibi. Christoph Waltz için bir şey demeye gerek var mı bilmiyorum, yer aldığı sahnelerde kendisinden gözlerimi alamadım. Leonardo DiCaprio'dan pek hazzetmem ama kötü adam Calvin Candie'de çok iyiydi. Asıl bomba ise itici ötesi karakter, kraldan çok kralcı Stephen performansıyla Samuel L. Jackson'dı. Sevdiğim bir film olmamakla birlikte bana Manderlay'i ve onun kölelerini hatırlattı. Burn in hell Stephen! 
       Özetlemek gerekirse; zekice yazılmış diyaloglar, ince bir mizah, bolca kan banyosu, dozu azaltılmış olsa da hassas mideleri kaldırabilecek şiddet sahneleri ve soundtrack albümünü edinmeyi şart kılan harika müziklerle bir Tarantino filminde sevdiğiniz ve bulmayı umduğunuz her şey Django Unchained'de yeterince mevcut. İzleyin! God bless you QT!  

24 Şubat 2013

Sürprizsiz Oscar

  Oscar Töreni her geçen yıl daha tahmin edilebilir olmaya başladı. Çünkü Akademi Ödülleri'nin sahipleri belli oluncaya kadar dağıtılan pek çok ödül kimlere gittiyse Oscar'da da pek değişiklik olmuyor. O yüzden 85. Oscar Töreni'nde Argo'nun en iyi film seçilmesi kimseyi şaşırtmadı. Kendi adıma bence gecenin tek sürprizi en iyi yönetmen ödülünün Ang Lee'ye verilmesiydi. Gönlüm Haneke'den yana olsa da Ben Affleck yerine Lee'nin ödüllendirilmesi hoşuma gitti.  Lincoln'deki muhteşem ötesi oyunculuğuyla Daniel Day Lewis'in en iyi erkek oyuncu seçilmesi zaten kesindi. Ancak bu sene ne kadar ödül varsa toplayan Jennifer Lawrence'ın en iyi kadın oyuncu seçilmesini esefle kınadım. Hatun daha merdiven çıkamıyor!! Her neyse lafı uzatmayalım, buyurunuz kazananlar listesi: 

En İyi Film: Argo


En İyi Yönetmen: Ang Lee (Life of Pi)


En İyi Erkek Oyuncu: Daniel Day-Lewis  Lincoln)


En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence (Silver Linings Playbook)


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Django Unchained)


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Anne Hathaway (Les Misérables)


En İyi Uyarlama Senaryo: Argo

En İyi Özgün Senaryo: Django Unchained


    En İyi Animasyon Film: Brave

    Yabancı Dildeki En iyi Film: Amour (Michael Haneke)

    En İyi Şarkı: Skyfall

    En İyi Müzik: Life of Pi

    En İyi Yapım Tasarımı/Sanat Yönetimi: Lincoln

    En İyi Görüntü Yönetimi: Life of Pi

    En İyi Belgesel: Searching for Sugar Man

    En İyi Kurgu: Argo

    En İyi Kısa Belgesel: Inocente

    En İyi Kısa  Film: Curfew

    En İyi Kostüm Tasarımı: Anna Karenina

    En İyi Makyaj ve Saç: Les Misérables

    En İyi Kısa Animasyon: Paperman

    En İyi Ses Kurgusu: Zero Dark Thirty & Skyfall

    En İyi Ses Miksajı: Les Misérables

    En İyi Görsel Efekt: Life of Pi

    Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...