Korku filmi izlemeyi seven biri
değilim. Hayatım boyunca izlemiş olduğum korku filmleri bir elin parmaklarını
geçmez o derece. Ama Don’t Be Afraid of the Dark’ın künyesinde Guillermo del
Toro’nun ismini görünce, hele bir de ürkütücü fragmanını izleyince bu filme
gidilir diye düşündüm. Filmin, gizemli yaratıklara ev sahipliği yapan gizemli
bir ev, bu eve yeni taşınan masum aile ve sorunlu küçük kız çocuğu formülüne
dayanan son derece klişe bir öyküsü ve yönetmen Troy Nixey’in ilk uzun metrajlı
çalışması olsa da, senaryo Guillermo del Toro’nun kaleminden çıktıysa insanın
beklentileri ister istemez artıyor. Ama sonuç koca bir hayal kırıklığı.
Bir tür filmine gittiğinde
seyircinin görmeyi ve hissetmeyi beklediği şeyler bellidir. Komediye gittiyse
gülecek, dram izliyorsa ağlayacaktır. Bir korku filminden beklenen ise korkutması,
gerim gerim germesi ve hatta koltuktan sıçratmasıdır. Don’t Be Afraid of the
Dark ise layığıyla korkutmaması bir yana, özellikle ikinci yarısında gülmekten
kırıp geçiriyor. Fazla korktuğu için korku filmi izleyemeyen biri olarak ben
bile etkilenmemişken, türün fanatikleri için ne büyük bir fiyasko olmuştur siz
düşünün. Bunun en büyük nedeni ise senaryodaki inanılmaz hatalar. Spoiler
vermemek için detaya girmiyorum ama olur da izleme gafletinde bulunursanız
zaten kolaylıkla fark edersiniz. Bir başka önemli sorun ise filmin korku ve
gizem kaynağı yaratıkları. Tamamen görünmedikleri ilk yarıda film ürkütmeyi
başarırken, yaratıkları net bir biçimde görebildiğimiz andan itibaren “takke
düştü kel göründü” misali filmin tüm gerilimi silinip gidiyor. Çünkü söz konusu
meşum yaratıkların fareden biraz büyük ama bir kedinin bile rahatlıkla
indirebileceği boyutta olmaları gerçekten komik. Hani nerdeyse üzerlerine
bassanız ölecekler. Üstüne üstlük bu minik şeytani yaratıkların alemde hatrı
sayılır bir itibarları da var çünkü 999 yılında Papa kendileriyle centilmenlik
anlaşması imzalamış! Buradaki 999 rakamının şeytanın rakamı olduğu düşünülen
666’ya yaptığı ucuz göndermeyi de esefle kınıyorum. Film boyu devam eden
saçmalıklar silsilesi finalde golden shot yapıyor. Yaratıkların yer altındaki
inlerini bulmak için evi yıkma, hiç olmadı ilgili bölgeyi kazma gibi vasat
seviyede zekası olan birisinin bile akıl edebileceği yöntemlerin hiç birine
başvurulmuyor. Yoksa bir devam filmi için zemin mi hazırlamak istemişler
bilemiyorum ama bu olasılık şahsen beni filmin kendisinden daha çok korkuttu.
Elde böyle dandik bir senaryo
olunca oyunculuk açısından da söylenecek fazla bir şey yok. Katie Holmes’u pek
sevmem zaten ama Guy Pearce gibi yetenekli bir oyuncunun bu filmde rol almayı
kabul ederken aklı neredeydi acaba? Filmin tek artısı ise set tasarımı.
Kabartmalı, işlemeli kapı ve pencereleri, ahşap mobilyaları ve labirentimsi
bahçesiyle oldukça görkemli ve tekinsiz görünen ev, ürkütücü bir atmosfer
oluşturma konusunda filme yaratıklardan daha çok katkıda bulunmuş.
Sonuç olarak filmin isminin “Don’t Be Afraid of This Movie” olarak
değiştirilmesini öneriyor, özellikle de korku filmi sevenlerin uzak durması
gerektiği konusundaki uyarımı tekrarlıyorum. Fragmanı filmin kendisinden daha
korkunç, onu izleyin daha iyi.
filmlere böyle çatır çatır geçiren postları ara ki bulasın blog camiasında! okudum, kafama yattı, hoşuma da gitti!
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Del Toro'nun ruhu bile duymayacak ama içimi dökmezsem rahat edemeyecektim.
Sil