Sayfalar

29 Temmuz 2012

The Dark Knight Rises


not: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.

Fragmanında “The Legend Ends” yazması boşa değilmiş, Christopher Nolan gerçekten de efsanevi bir Batman üçlemesi ortaya çıkarmış. Çoğu iddialı üçlemenin kaderinin aksine (bkz: Godfather, Pirates of the Caribbean) zayıf halkası olmayan üç film izledik: Batman Begins, The Dark Knight ve The Dark Knight Rises. Üçü de ortak bir tema çerçevesinde birbirini tamamlayarak, tutarlı bir biçimde, ustalıkla işlenerek ilerledi ve tatmin edici bir finale erişti. Kimilerinin çizgi roman diye burun kıvırdığı ve önceki filmlerin de etkisiyle pelerinli ve maskeli bir “superhero”dan başka bir şey ifade etmeyen bir karakteri üç film boyunca kusurlarıyla, zaaflarıyla gerçek bir insan olarak yansıtmak Nolan’ın başarısının altında yatan önemli unsurlardan biri. İçi boş aksiyona dayanmayan, suç, ceza, adalet, intikam gibi kavramlar üzerinde yükselen ve benzerlerinin aksine derinliği olan bu üç filmin arasında “hangisi daha iyiydi” kavgasını yapmak ise anlamsız ve gereksiz. Çünkü dediğim gibi üçü de birbirini tamamlıyor, birbirine yaptığı göndermelerle zenginleşiyor ve hatta hepsi adeta tek filmmiş, ama üçe bölünmüş izlenimi yaratıyor. “The Dark Knight Vs. The Dark Knight Rises” tartışmasına kendi çapımda noktayı koyduktan sonra gelelim son filme.
Harvey Dent’in ve sevdiceği Rachel’ın ölümünün ardından 8 yıldır inzivaya çekilmiş, hem fiziksel hem de duygusal açıdan gücünü kaybetmiş bir Bruce Wayne çıkıyor karşımıza. Tekrar eski günlerine döneceğini elbette biliyoruz ama asıl önemli olan geçireceği dönüşüm süreci. Nasıl ki Batman Begins’te yarasalardan korkan bir adamın, kendi içsel mücadelesi sonucu simgesi yarasa olan bir kahramana dönüşmesini izlediysek, The Dark Knight Rises’ta da her bakımdan düşmüş bir kahramanın yükselişine tanık oluyoruz. Bunu en güzel anlatan sahne ise Bruce’un yeraltındaki hapisten kaçmak için yaptığı tırmanışta yarasaların duvardan fırladığı andı sanırım. Hapishanenin özellikle kuyu benzeri bir şekilde düşünülmüş olması da filme adını veren yükselişi anlamlandırıyor. 


Nolan’ın Batman’inde sadece Bruce Wayne değil, diğer karakterler de (kötüler dahil) kendi hikayeleri olan, tek boyuttan uzak bir şekilde olayların içinde yer alıyor ve hatta hayal ürünü Gotham bile başlı başına karakterlerden biri haline geliyor. Daha önce Joker’in ve şimdi de Bane’in sevilmesinin bir nedeni de fantastik öğelerden arındırılmış, gerçek karakterler olmaları. Ancak The Dark Knight Rises diğer iki öncülünden daha fazla Batman odaklı bir film ve bunu da kötü karakterlerine fazla prim vermeyerek yapıyor. Unutulmayacak bir kötü karakter olan Joker’le –anlamsız bir şekilde- kıyaslanan esas kötü Bane’in soğukkanlı ve zeki bir anarşist devrimci pozisyonundan, son anda aşkı için dağları delen Ferhat durumuna düşmesini senaryo zayıflığı değil, Batman’in hiçbir karakterin gölgesinde kalmaması için yapılan bilinçli bir tercih olarak görüyorum. Tabi Amerikan muhafazakarlığının payını da yadsımamak lazım. Özel mülkiyeti kaldırarak zenginlerin refahını bitireceği ve gücü halka vereceği gibi komünist mesajlar taşıyan bir kötü karakterin ideolojisinin aşk temelli olması kapitalizmin göbeğindeki anaakım seyirciyi rahatlatacak bir durum en nihayetinde. Yine de Tom Hardy geçirdiği dönüşümle sinema dünyasına en az Joker kadar etkileyici ve karizmatik bir kötü karakter armağan etmiş, alkışlar kendisi için. 

Filmin bir başka önemli karakteri de Catwoman. Geçmişine dair en az bilgimiz olan karakter de o aynı zamanda. “Erkeğin mahvına sebep olacak kadın” kontenjanının kendisine ayrıldığını düşünürken yerini senaryodaki usta bir manevrayla Talia Al Ghul’a bırakmış. Anne Hathaway güzel ve yetenekli bir oyuncu ancak hangi rolde olursa olsun gözümde hala kendisine The Princess Diaries’den miras kalan cici kız imajından sıyrılamıyor. Şahsen bence Catwoman rolüne en çok yakışacak kişi Eva Green’dir. Metal topuklu çizmelere bittim o ayrı.
Alfred, Fox ve Gordon gibi tüm yan karakterleri bıraktığımız gibi bulmak keyifliydi. Kısa da olsa Crane’i tekrar görmek ise gülümseten bir sürpriz oldu. Çizgi romanın orijinalinde sonsuz yaşama sahip olan Ra’s Al Ghul’un filmde rüyalar ya da halüsinasyonlar aracılığıyla ölümsüzleştirilmesi ise akıllıca düşünülmüş bir şıklık olmuş.
Film hakkında daha sayfalarca şey söylenebilir, beğenenler ve beğenmeyenler arasında söylenenler de devam edecektir. Tavsiyem bu tartışmaları boşverin, ilk iki filmi ardarda izleyin ve sonra doğruca sinemaya koşun. Kusurları elbette olan ama her şeye rağmen oyunculuğu, çekimleri, müzikleri ve atmosferi ile çok çok iyi bir film söz konusu. The Dark Knight Rises ile ilgili en kötü şey, sinema salonundan çıktıktan sonra gerçek dünyaya döndüğünüz gerçeğiyle yüzleşmek olacak. 

3 yorum:

  1. filmi iki kere izledim. birini imax'te izledim ve birdaha imax olmayan filme gitmemeye karar verdim. o neydi öyle...

    bi dark knight olmasa da film iyiydi. 3 saate yakın süresi var ama hissettirmiyor. İki ayrı film çıkacak hikayeleri sıkıştırmışlar gibi.

    senaryo diğer iki filme göre zayıf kalmış bana göre. diyaloglar basit kaldı yer yer.

    Filmin fragmanında hapishanede geçen bir sahne de Bruce Wayne "What does that mean?" diyordu yanındaki adam cevaben "rise" dediydi. Ben adamın ses tonuna aldanarak Michael Cane zannetmiştim, değilmiş.

    Yani eleştirmek isteyen bulur bişeyler. Ben de Nolan'ın bu filme Dark Knight veya Inception kadar özen göstermediğini düşünüyorum.

    Ama müziklere laf yok. Hans Zimmer lafım sana; Lan oğlum ayıp değil mi lan? Ayıp değil lan öyle sinema ortasında orgazmik hisler uyandırıyorsun.

    Chevaliers de sangreal'den beri delisiyiz vesselam.



    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dediğiniz gibi eleştirmek istedikten sonra kusur bulunacak şey çok. Ama özensiz olduğunu düşünmüyorum. The Dark Knight Rises Inception'dan çok daha iyi bir film bence.

      Sil
  2. sinemada arka arkaya üç filmi birden izlemek keyifli olurdu.

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...